Yıllardır hayalini kurduğu tezgâhını en sonunda kurmuştu Haydar.
Makinaları çalışıyor, paralar akıyordu. Fabrikalarının bacasından çıkan duman her geçen gün biraz daha fazlalaşıyordu. Fabrikaya işçileri taşıyan servislerin sayısı artıyordu. Haydar’ın keyfi yerindeydi.
Hangi emek boşa giderdi ki? Haydar çalışmış ve emeğinin karşılığını almıştı. O emeğinin karşılığını fazlasıyla almıştı ama fabrikasında çalışan işçiler, alın terlerinin karşılığını alamadıklarından, yemeklerin kötü çıkmasından, kötü çalışma koşullarından dert yanıyorlardı.
Haydar Bey hem iş veriyor hem de ah alıyordu. “İşine gelen çalışsın kardeşim. Bana işçi mi yok? Beğenmeyen çeksin gitsin” diyordu. Ne işçilerinin hasta olmalarına aldırıyordu ne de düğün, dernek, cenazeleri olduğunda izin veriyordu. Onu ilgilendiren bir tek şey vardı o da finans haberleriydi… Hisselerinin yükseldiğini gördükçe mest oluyordu.
Eşi doğum yapacağı için izin isteyen bir işçiyi terslemiş, işçi de kafa tutunca kolundan tuttuğu gibi kapının önüne koymuştu. Canı yanan işçi “Derin tabbag tutmasın Haydar Efendi! Derin tabbag tutmasın!” demişti. Haydar Bey bu laftan hiçbir şey anlamamış. Oturduğu deri koltukta küfürleri sıralamıştı. Bu olayın olduğu günün gecesi kendini bir atölyede buldu. Aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyar tezgâhın başında çalışıyor elindeki hayvan derilerinin üzerindeki yünleri, kılları temizlemeye çalışıyordu. İçerisi o kadar pis kokuyordu ki durulacak gibi değildi. Haydar Bey dışarı çıkmak için kapı arıyordu ama kapı yoktu. Kapıyı bulamayan Haydar, yüzü ay gibi parlak adama doğru yaklaştı ve “Amca sen ne yapıyorsun?” diye sordu. “Ne yapayım evladım çalışıyorum” Ama burası çok pis kokuyor, sen bu kokuya nasıl dayanıyorsun?”
“Pis mi kokuyor?“
“Evet, pis de laf mı leş gibi kokuyor“
“Neden pis koksun evladım, benim burnuma gül kokusu geliyor”
Haydar Bey etrafına bakındı ortada ne gül vardı ne de koku. Üst üste yığılmış yüzlerce hayvan derisinden başka bir şey yoktu. Bir an önce buradan çıkmak istiyordu. Bu kokuya daha fazla dayanamazdı.
“Kapı nerede? Ben fabrikama yetişmeliyim. Bana kapıyı gösterir misin?”
“Kapı açık ya evladım”
“Kapı açık mı?”
“Tabii ya bizim kapımız hiçbir zaman kapanmaz. Sende kalbini, kapını, alnını açık tut evlat.”
Terin suyun içinde uyandı Haydar Bey. Bu nasıl bir rüyaydı böyle? Ama şimdi bunu düşünecek hali yoktu. Fabrikasına koştu. Bire melettiği parçayı yüze pazarladı. Daha çok kazanmak için kaliteyi düşürdü. Satış departmanına, “Bozuk gelen malları iade almayın” talimatını verdi. Kapıdaki güvenliği suçsuz yere tersledi, ayağının altında gezen kediyi tekmeledi…
Yorgunluktan odasındaki koltukta sızıp kaldı. Deri koltuktan siyah, minik minik kurtçuklar çıkıyor ve Haydar Beyin derilerini koparıp koparıp atıyorlardı. Haydar Bey: “ Ne yapıyorsunuz siz!” diye bağırıyor. Koltuktan kalkıp kaçmak istiyor, ama bir türlü başaramıyordu. Kurtlar minikti ama kopardığı deriler kocaman kocamandı. Haydar Bey acılar içerisinde kurtların kopardığı derileri alıyor tekrar vücuduna yapıştırmak istiyordu ama derisi bir türlü tabbag tutmuyordu. “ İmdat! İmdat! Yardım edin bana…” diye bağırarak uyandı. “Ne oluyor bana? İki gündür gördüğüm bu kâbuslar da neyin nesi? “ Kapı çalındı ve sekreteri içeri girdi. “ Bir işçinin düğün davetiyesi efendim” “ Boş ver, benim hesabıma yatan para var mı sen ondan haber ver. Şu koltuğu da acilen değiştiriver. Yeni koltuğum deri olmasın” “ Baş üstüne efendim”.
Telefon açtı ve son sipariş verdiği ham maddenin gelip gelmediğini sordu. Henüz gelmemişti. Satın alma müdürünü “Beceriksiz herif” diyerek fırçaladı.
Karısı arıyordu. Çocukları hasta olmuştu. Şimdi sırası değil, diyerek açmadı. Malını pahalıya satabilmek için kırk yalan söyledi. Gece yarısı eve döndüğünde karısının evde olmadığını öğrendi. Hastaneye gittiğinde oğlunun aygın baygın yattığını gördü. Oğlunun başında beklerken sabaha karşı oturduğu koltukta sızdı.
Bembeyaz, yerlere kadar uzanan bir elbise giymişti. Elbisesinin kocaman iki cebi vardı. Bu ceplerden birine dünyalıkları dolduruyordu diğeri ise bomboştu. Cebine doldurdukları bir süre sonra yılan, akrep, böcek olup kendini sokmaya başlamıştı. “Allah’ım Allah’ım pişmanım Allah’ım!” diye bağırırken karşısına yine o nur yüzlü ihtiyar çıkmıştı.
“Haram olarak kazandığın hiçbir şeyi götüremeyeceğini anlamışsındır umarım”
“Anladım, vallahi de billahi de anladım. Tövbeee… Tövbeee… Ahi Baba, bundan sonra işimde hile yapmayacağım. İşçilerin hak ve hukukunu gözeteceğim. Yalana dolana son. Dilim ve yolum doğruluk, dürüstlük üzerine olacak.”
Haydar Bey gözlerini açtığında odadaki yaşlı doktorun “Uyanın beyefendi” dediğini duydu. “Sözüm söz Ahi Baba, bundan sonra doğruluktan, dürüstlükten ayrılmayacağım. Fakiri, yaşlıyı, düşkünü koruyup, kollayacağım. Haksızlık yapmayacağım.”
Doktor Bey, Haydar Bey’in konuşmalarından hiçbir şey anlamamıştı. Ama o günden sonra Haydar Bey, Ahi Evran-ı Veli’ye verdiği sözünü tuttu. Ahiliğin gereklerini yerine getirdi.
Haydar Beydeki bu değişiklik etrafındaki insanlar tarafından da fark edildi. O artık sevilen, sayılan bir iş insanıydı. Çalışanları ile birlikte yiyor, içiyor, eğleniyordu. Halden anlıyor, halini anlatıyordu. Çalışanlarının düğününde oturduğu tahta sandalyede içi geçmişti.
Yeşillikler içerisinde bir deri atölyesinde Ahi Evran çalışıyordu. Haydar’ın geldiğini görünce başını kaldırmış ve onu kucaklamış sonra da yer sofrasına davet ederek “Hoş geldin Ahim, soframıza buyur” Atölye mis gibi gül kokuyordu.
Haydar, “Hayırdır inşallah” diyerek gözlerini araladı. Ruhunda bir huzur vardı. Sabah ilk iş Ahi Evran Veli camiine giderek Rahman’ın huzuruna durmak oldu. Çıkışta da türbeyi ziyaret ederek dua etti.
Ahilik Haftanızı kutluyorum.
Ya toprak ol
Ya da su
Sakın ateş olma…