Dere kenarında toplanan kurbağalar kendilerine yapılan haksızlıklara karşı isyan başlatıp, hep birlikte bağırıyorlarmış. Ancak aralarında bir kurbağa bağırmıyormuş. Bağıran kurbağalar, bağırmayan kurbağaya “sen neden bağırmıyorsun, halinden memnun musun?” deyince bağırmayan kurbağa “benimde bağırmak için çok nedenim var ama durduğum yer müsait değil şimdi bağırırsam ağzıma su kaçar lakin zamanı geldiğinde öyle bir bağıracağım ki yer, gök inleyecek” demiş.
Başımda onca sorun olduğu halde benimde yazmak, bağırmak ve haykırmak için çok nedenlerim var ama yerim uygun olmadığından ağzıma su kaçar diyerek sessiz kalıyorum. Zamanı geldiğinde öyle yazıp, bağıracağım ki o zaman seyreyleyin gümbürtüyü adeta yer, gök inleyecek.
Her şeye rağmen ağzıma suda kaçsa bu yazımda isyan etmek, bağırmak istiyorum.
Maalesef kaderin cilvesinden midir, alın yazısından mıdır, nedir? Babamı çok küçük yaşlarda kaybettiğimden dolayı ekmek parası kazanmak için çay askısını dokuz yaşında aldım elime.
Sırasıyla balık, sebze, kavun ve karpuz sattım. Baba parasıyla okumadım, adam olmadım, babadan, anadan, atadan miras kalmadı. Yok pardon yanlış söyledim. Bana da miras kaldı. Hem öyle bir miras ki herkese nasip olmaz. Rahmetli annemden helal süt, terbiye, güzel ahlak ve çocukluğumdan itibaren öğrenciliğimi, futbol yaşantımı, çalışma hayatımı kısaca halen bana dünyayı zehir eden “Migren” denen baş ağrısı, rahmetli babamdan ise temiz ve asil kan ile sağlam maya, şeref, onur ve gurur miras olarak kaldı.
Maalesef hiçbir zaman markalı, modalı giyinemedim, gözüme güneş gözlüğünü takıp, kasıla kasıla lüks arabalara binemedim. İki lafı bir araya getirip, dil kırarak gösterişli ve şatafatlı konuşmasını ve yazı yazmasını hiç beceremedim.
Kul ve yetim hakkı yemediğim, devleti dolandırmadığım, hırsızlık yapmadığım, kız, erkek, küçük yaşta ki çocuklara tacizde bulunmadığım, çalmadığım, çırpmadığım, insanların yardımına koştuğum sayılmazsa yazı yazarken ve yemek yerken sol elimi kullandığım için bereketsiz, uğursuz ve günah işleyen şeytan ilan edildim. Özet olarak kabahatim ve vukuatım çok büyük.
Tüm bunlara rağmen hayata tutunmak ve ekmek parası için dokuz yaşında aldım çay askısını elime. Sonrasında balık, sebze, kavun ve karpuz sattım. Sürekli halkla iç içe oldum.
Çok sevdiğim, saygı duyduğum yaklaşık kırk beş yıldır tanıdığım kişiliğini, saygınlığını örnek aldığım halen görüştüğüm, yan yana gelince birilerini çatlattığım değerli Abdurrahman Cem hocamın elimden tutarak Kırşehirspor alt yapısına götürmesiyle birlikte Kırşehirspor’da futbol oynadım. Siyaset yaptım, çok değerli milletvekilleri ağabeylerimle ve elinde yetişip büyüdüğüm, bende büyük emeği olan yaklaşık kırk yıldır tanıdığım Eski Kültür Bakanı Gökhan Maraş ağabeyimle birlikte insanlarla iç içe çalıştım.
Devlet kademelerinde sürekli halkla ilişkili servislerde çalıştım. İnsan kaynakları, basın ve halkla ilişkiler konusunda eğitim aldım.Yani okumadan âlim, yazmadan kâtip olmadım.
Demek istiyorum ki aklımın yettiği gücümün erdiği kadar insanı tanır ve psikolojisini anlar ona göre hareket ederim.
Ülkemizde ve Kırşehir’de her insanın bir derdi olduğundan yaşlıyla yaşlı, gençle genç, çocukla çocuk, köylüyle köylü, şehirliyle şehirli, cahille cahil olurum. Çünkü birileri eşinden, birileri evladından, birileri gelininden, birileri geçim sıkıntısından, birileri hastalıktan, birileri işsizlikten dertlidir. Her türlü acıyı yaşayanlar var. O nedenle bu insanlara nasıl davranmak gerekiyorsa o şekilde davranırım.
Gelelim saadete. Ülkemizde bundan bir ay önce adeta kıyamet diyebileceğimiz ve on bir ilimizi yerle bir eden yaklaşık elli bin insanımızın, ölümüne, yüz binlerce insanımızın yaralanmasına, evsiz kalmasına, memleketlerini terk etmesine neden olan depremler yaşadık.
Bu depremlerden sonra deprem bölgelerinden ülkemizin değişik bölgeleri dahil olmak üzere Kırşehir’e de çok sayıda depremzedeler geldi.
Herkes de biliyor ki Kırşehir’e gelen bu insanlar büyük sarsıntılar yaşadılar, enkaz altında kaldılar, yakınlarını kaybettiler. Yaşamları boyunca elde ettikleri kazanımlarını kaybettiler, evleri yıkıldı, arabaları göçük altında kaldı. Bir gün önce tüm imkânlara sahip ve huzurlu bir şekilde yaşarken bir gün sonra devletin çadırına, belediyenin çorbasına muhtaç oldular.
Kırşehir’e gelen bir depremzedeyle konuştuğumda depremden önce yedi katlı, on dört daireli binası ve altında büyük bir galeri dükkânı olduğunu, depremde binanın tamamen yıkıldığını, arabaların göçük altında kalarak hurda olduğunu anlatıp, servetini kaybettiğini söyleyerek çok sayıda akrabalarını kaybettiğini kendisinin de eşi, çocukları ve yakınlarıyla Kırşehir’e geldiğini söyledi.
Hem yaşantım, hem çalışma hayatım, hem okuduğum okul itibariyle insanların nabzını ve psikolojisini tahmin ettiğimden konuşurken hiçbir zaman depremden ve yaşadıklarından konuşmuyor, sürekli gündemi değiştirerek onları başka yönlere çekmeye birkaç dakikalığına da olsa neşelendirmeye çalışıyorum. Çocuklara da aynı şekilde yaklaşarak, şakalar yapıyor ve güldürüyorum. Onları o an için mutlu etmekle mutlu oluyorum.
Çünkü düğünde oynanır, ölüde ağlanır, spor müsabakalarında bağırılır. Yerine, duruma, psikolojiye göre hareket edilir.
Ancak Kırşehir’de kendilerini kültürlü, bilgili, kalburüstü ve bulunmaz Hint kumaşı zanneden birileri depremzedelerle ve onların çocuklarıyla konuşmamdan, yaptığım şakalardan rahatsız olup, benim gereksiz konuşmalarda ve davranışlarda bulunduğumdan dolayı rahatsız olduklarını dile getirenler olmuş ve bunlarda bana söylendi.
Gülmeli miyim, ağlamalı mıyım, isyan mı etmeliyim veya “vay kader, vay mı?“ demeliyim.
Burası Türkiye, burası her insanın her işten anladığı ve yorum yaptığı ülke.
Acaba kalbur üstü bu insanlara göre depremzedelerle konuşurken onların kendi aralarında konuştuğu gibi sadelikten, samimiyetten, doğallıktan uzak kadınların kendi aralarında; “Aaaykızlaaar! neler yaptınız bugün, neler yediniz, neler giyindiniz, neler aldınız? anlatın bakalım“ deyip, modadan, giyimden, takıdan, kokudan, paradan konuşup, sahte gülücükler atar gibi mi?
Erkeklerin “Gardaşım nasılsın, hiç görünmüyorsun, nerelerdesin? Anlat gardaşım, tespihinde güzelmiş ver birazda ben çekeyim, akşam okey oynayalım mı?“ gibi mi konuşmalıyım.
Müsaade edin de ben yaşantımdaki, çalışma hayatımdaki ve gördüğüm eğitimdeki bilgilerime ve tecrübelerime göre davranayım ve aldığım diplomanın hakkını vereyim.
Siz on yaşındaki depremzede bir çocuğa anlat bakalım deprem nasıl oldu, neler yaşadın, çok mu korktun, çok mu ağladın? diyemezsiniz.
Siz yaşı belirli bir yere gelmiş, çoluk çocuk hatta torun sahibi insanlara depremin nasıl olduğunu anlattırıp, vahlar, tühler çekip, gözyaşı döküp. O insanlara yaşamak istemedikleri olayları tekrar yaşatamazsınız.
Ben haddimi de, nasıl konuşup, davranacağımı da bilirim.
Keşke sizlerde yapmacık hareketlerinizden kurtulup gerçekten sade, samimi ve içtenlikle insanların psikolojisine göre hareket etseniz veya haddinizi bilseniz diyeceğim ama sizde bunu yapacak kapasiteyi göremiyorum. İsteseniz de yapamazsınız.
Şimdi anlamışınızdır neden isyan ettiğimi.