Moğol ordusu gelip Konya civarına konuşlandığında Anadolu’nun dört bir yanından Moğol’un katlettiği Türkmenlerin haberleri geliyordu. Ahi Evran teşkilatçı bir adamdı ve Kur’an’dan, ilimden anladığı kadar alp kişiliği de vardı. Hem iyi bir savaşçı hem de bir komutandı. Bu liderlik vasfını halk arasında insanlara “çalışmak ibadettir” düsturunu yaymak ve yerleştirmek için kullanıyor, herkesin üretime katılmasını teşvik ediyor, herkesin bir mesleği olması için usta-çırak ilişkisi içinde yaşayan bir meslek okulu olarak esnafları teşkilatlandırıyordu.

O, gönlü ile eren, bileği ile sağlam bir alp idi. Alperen kişiliği onu Konya’dan uzaklaşıp Türkmenleri örgütlemeye götürürken diğer yanda Mevlâna daha naif, nazik bir kişiliğe sahip bir vaizdi. O da kendince bir şeyler yapmak istiyor ama mizacı onu dağlara çıkarmak yerine sulh aramaya itiyordu. Halk ile yaptığı sohbetlerde akıllıca bir hamle yapmıştı. Konya’nın ileri gelenlerine şehirde kol gezen Moğol komutanlarıyla iyi geçinmelerini tembihlemiş, hatta bazı komutanları kızlarıyla evlendirerek akrabalık kurmalarını salık verince halkın tepkisiyle karşılaşmıştı. Ama izahı şöyleydi: “maalesef Moğol askerleri ve komutanları sarayı ele geçirmiş durumdalar. Taciz ve tecavüzden çekinmiyorlar. Ahlaktan yoksunlar ve bizler onlar için savaş ganimetiyiz. Öldürmekten ve kızlarımızın, kadınlarımızın ırzına geçmekten geri durmuyorlar. Karşı çıkanı sorgusuz öldürüyorlar. Belki kuracağımız akrabalıklarla önlerine kendilerinden bir set kurarız da damadınız olan komutanlar, ırzınızı ve bağınızı bahçenizi korurlar. Siz de bilirsiniz ki it iti ısırmaz!”

İşte bu minvaldeki tembihleri nedeniyle kendisinden 8 asır sonra gelen ve kendisine tarih profesörü diyen, yakın zamanda ölen bir zat ona Moğol ajanı diyecekti. O elde kılıç cenk eden, edebilen bir kişi değildi ki! Onun yapabileceği en fazla bu kadardı bundan sonrası ise Moğol askerleri tarafından öldürülmekti. Şu su götürmez bir gerçek ki o çağın en teşkilatlı ve savaş konusunda en iştahlı ordusu Moğollara aitti. Ve tarih bilimi, olayları yaşandığı çağa göre değerlendirmeyi gerektirir. Günümüzdeki şartlara göre değerlendiremeyiz. Maalesef adını anmaktan imtina ettiğim merhum profesör bozuntusu başvurduğunu söylediği birçok kaynakta aslında var olmayan sözlere dayanarak bu söylentileri ortaya atmıştır. Bahsettiği kaynakların çoğu ya yerinde yok ya da o kaynakta bu konuyla alakalı bir bilgi yok. Yazımızın sonunda değineceğimiz Ahi Evran’ı, Cacabey’in öldürdüğüne ait bilgi ise tamamen kasıtlı yapılmış bir eksik bilgi aktarmadır. Ve özellikle bu konuda büyük vebal sahibidir.

Mesela;

Hakkında hiçbir kesin bilgi olmayan ancak fıkralarıyla hala güldüğümüz, düşündüğümüz Nasrettin Hoca için de sadece isim benzerliği ve Moğol Emiri Timur’la fıkrası var diye “o aslında Ahi Evran’dır” demiştir. Hani Ahi Evran’ın gerçek adı Nasirüddin Mahmud ya! İkisi de Nasirüddin, bu olsa olsa Nasrettin Hoca’dır demek ne demektir. Oysa Nasrettin Hoca, edebiyat terimine göre bir tiptir. Tip, Türk edebiyatında da görülen, günlük yaşantının izlerini taşıyan ve tek bir özellikle (korkak, cimri, kötü ve iyi) karşımıza çıkan tiyatro, hikâye, roman kişisidir. Tip bireysel özellikler taşımaz, bulunduğu toplumun ve dönemin özelliklerini yansıtır. Keloğlan da bir tiptir. Dünya edebiyatında da yeri vardır. Garibanlığına, yoksulluğuna, kılık kıyafetine, kelliğine vs. bakmaksızın büyük hayallerin peşinden koşan ve çoğunda da kurnaz zekasıyla başarıya ulaşan bir tiptir. Kendisinden beklenmeyen bir başarıya ulaşan birçok kişinin hikayesi zamanla gerçek yaşayan kişi unutulup Keloğlan’a mal edilmiştir. Nasrettin Hoca da yaşı, yaşam tarzı, mesleği (kadılık), ak saçı, sakalı nedeniyle saygı gören ancak hazırcevaplığı ve şakacı yapısı gereği muhataplarını şaşırtan bir tiptir. Oysa devlet görevi yapan yaşlı başlı, ak saçlı, ak sakallı, nur yüzlü bir adamdan beklenen daha vakarlı, daha olgun tavır ve yaklaşımlar, cevaplardır. “Hoca da durur mu yapıştırmış cevabı” gibi anlatılan fıkralara konu olmuştur. Adı her ne olursa olsun her toplumda böyle adamlar vardır. Komik, güldüren, hayret ettiren olaylar yaşanır ve sonra anlatıla anlatıla gerçek yaşayan unutulup “Nasrettin Hoca bir gün” diye başlayan fıkralara dönüşür. Hadi birlikte bir fıkra canlandıralım:

“Köy kahvesinde pişpirik oynarken ağzı iyi laf yapan Ahmet Abi elindeki kâğıdı masaya vurdu ve başladı anlatmaya, öyle güzel bir giriş yaptı ki tüm kahvehane dönüp ona baktı. Dedi ki:

Rahmetli dedem Muhlis Ağa’yı bilirsiniz, gerçi ağalığı kendineydi sadece, rahmetlinin cebinde akrep vardı, bize bir şeyi nasip olmasa da yedi düvel ağa derdi. Neyse sözün uzununda yalan çoktur, biz az yalan diyelim; bir gün dedem karşı köye giderken acı özün yanındaki söğütlükte az dinleneyim demiş, büyük söğüdün altına oturmuş. Otururken birden caaart diye bir ses gelmiş. Eyvah demiş şalvarı yırttık. Allah’tan kimse görmedi. Dur demiş heybemde iğneyle iplik olacaktı. Kimse gelip geçmeden dikeyim şalvarı. Çıkarıp almış eline şalvarı, bacakları ile gerisi açıkta, iğneyle ipliği de almış eline ipin ucunu diliyle ıslatıp iğnenin deliğinden geçirmeye bir iki uğraşmış ama gel gör ki gözler eskisi gibi değil bir türlü ipliği deliğe geçirememiş. Sonra şalvarı da atmış kenara söylenmiş: “Tüh sana Muhlis Ağa, bir ipliği iğneye geçiremedin. Eskiden yüz fersahtan oku atıp yüzüğün deliğinden geçirirdin.” Böyle demiş demesine ya geri kendisi de inanmış gençliğindeki atıcılık maharetine. Dur demiş ben şimdi de geçiririm. İğneyi ağacın gövdesine enine saplamış kendi de on adım ileriye gitmiş, elindeki ipi bir güzel yalayıp ucunu sivriltmiş, atmış iğneye doğru. Bir iki üç derken belki yüz kez denemiş, o sırada başarma gayretiyle altında şalvar olmadığını unutmuş. Etraftan da kimi eşeğiyle kimi yaya gelip geçenler olmuş, kimi selam vermiş, kimi sessizce seyre durmuş. Kimi de donsuz ağaya sessiz sessiz gülmüş. Bir süre sonra biri dayanamayıp sormuş:

-          Muhlis Ağa hayr olsun ne yapıyorsun iğne iplikle?

-          Gençken yüz fersahtan oku atar yüzüğün içinden geçirirdim. Ne var şimdi on adımda ipliği iğneden geçirmeye çalışıyorsam!

diye çıkışmış.

Etraftaki herkes gülmüş, köylünün biri yine sormuş:

-          Ağam, hiç iplik on adım ötedeki iğnenin deliğinden geçer mi?

-          Ağa da durur mu yapıştırmış cevabı: ya geçerse!”

Şimdi bu fıkrayı çevrenizden birine anlatın ve onun da birilerine anlatmasını isteyin. O anlattıkları kişilerden onuncu belki yirminci kişiye tekrar anlattırın. Mutlaka birinden biri size “Nasrettin Hoca’nın bir gün şalvarı sökülmüş, dikmeye çalışırken gençliği düşmüş aklına, on adım öteden ipliği iğnenin deliğinden geçirmeye çalışırken etrafına toplanan köylüler sormuş ne yapıyorsun hoca diye o da demiş ki on adımdan ipliği iğnenin deliğinden geçirmeye çalışıyorum. Köylüler gülerek hoca hoca demişler, hiç iplik on adımdan iğnenin deliğinden geçer mi? Hoca da durur mu yapıştırmış cevabı: ya geçerse!” diye anlatacaktır. Ve bu hikâye de Nasrettin Hoca fıkralarından bir tanesi olarak kayıtlara geçecektir. Yani diyeceğim o ki Nasrettin Hoca diye biri elbette yaşamış olabilir, hatta o kişi Nasirüddin Mahmud yani Ahi Evran da olabilir. Ancak bütün fıkraları o kişi yaşamamıştır. Özellik olarak benzeyen hikâyeler belli yörelerde belli kişilerin adına mal olur ve dilden dile yayılır. Ahi Evran, Nasrettin Hoca’dır diyen zat da ortaya attığı bu safsatanın içi boşluğu sebebiyle bir vebal de buradan alır.