Kaygısız, telaşsız çok günlerim oldu. İstanbul sokaklarında dal uçlarında gezinen saka kuşları gibi ordan oraya savrulduğum demler hiç gitmiyor gözlerimin önünden. Hep bir yerlere geç kalmışlığın telaşesi içinde savrulmak ve sonra da hiç bir yere gidememek. O günleri çok sevmiştim ve o günler hep bende, bana ait kaldı. Bir ekmeğin üzerine tereyağı sürüp yemek gibiydi ruhumun alacasında rengârenk duran o ketçaplı günler. Ne annem, ne babam ne de ailemden biri vardı yanımda ama yalnız değildim çünkü İstanbul benimleydi ve ben İstanbul’daydım, İstanbul'da olan yalnız olur mu?

İçimi cılız mumların aydınlattığı o akşamlarda bolca kitap okur, şiir yazardım. Bir yerlere aidiyetim, aidiyetimi renkli kılan bir serüvenim yoktu ama gökkuşağındaki renklerden bir renk olarak görüyordum kendimi en azından. Şarkılar dinlerdim, musikiye hasret yanlarım vardı, algılarım hep çocukçaydı ama hararetliydi ve sevgi doluydu. Kıpır kıpırdı ellerim kitap sayfalarını çevirirken.

Yıldızlar çoğaldı mı gökyüzünde mis kokan telaşlar sarardı ruhumu o sayfaların arasında. Ne ben doyardım okumaya, ne de kitaplar yeterdi ruhumu sükûnetle buluşturmaya. Kabarık faturalarla terletirdik birbirimizi boyuna.

Sabah ürkek gelirdi suya inen ceylanlar gibi. Kalbim avuçlarımda yeni bir güne uyanmanın heyecanıyla dolup taşardı tekrar tekrar. Ama hep mutluydum. Yalın bir güzelliği vardı hayatın. Sıradan, alışılmış, gelişigüzel dupduru bir zaman ama bana ait bir zaman. Güzelliği de oradan geliyordu ve ben çocukça mutluluklar kovalıyordum gün aşırı yorgunluklarımla o güzelim kentin sokaklarında.

Akşam oluyordu, sabah oluyordu, rüyalar görüyordum, yollarda kalıyordum, işe geç kalıyordum, para biriktiriyordum, namaz kılıyordum, camide oturuyordum, çeşmelerden su içiyordum, sokaklara dalıp dalıp gidiyordum, tramvaylara biniyordum, sevgili arıyordum, yalnızlığımı çoğaltıyordum, mezarlıklara gidiyordum, dualar ediyordum, türbelerde uzun uzun oturuyordum, güneşin dal uçlarında kızarmaya başladığı demlerde sahile iniyordum, çay bahçelerinde oturuyordum, surlara çıkıyordum, surlardan iniyordum, yanakları papatya kokulu bir kızın gözlerinde şiir avlıyordum, mısra biriktiriyordum, sonra tekrar tekrar oturup yalnızlığıma ağlıyordum, “Kahretsin yalan dünya!” diyordum, sinirden bağırıyordum, "Durdurun dünyayı inecek var" diye haykırıyordum Orhan Baba gibi ama hep mutluydum çünkü kendime aittim, kendimle barışık bir haldeydim, ayak izlerimden gidiyordum, gölgem kadardı düşlerim ve düşlerimle oturup kalkıyordum ve yaşamaktan korkmuyordum.

Ama bütün bunlar bir yere kadarmış! Kazlıçeşme Sahilinde martıları seyretmek üzere oturduğum bankta duyduğum o "merhaba" sesine kadarmış! Beklediğim bir günaydın değildi, beklediğim bir zaman hiç değildi ama ansızın geldi ve beni buldu. Yarıklardan akarak gelen kaçak su gibi doldu ruhumun kıvrımlarına. Nasıl geldiyse, ciğer kokusuna gelen kedi gibi geldi ve sokuldu yamacıma. Her şey darmadağınık oldu. Kalbim uzay boşluğuna fırlatılmış gibi eksenini kaybetti. Elleriyle ellerime, gözleriyle gözlerime, kalbiyle kalbime dokundu. Uzun zamandır yolunu beklediğim bir masal kahramanı gibi çabucak ısınıverdik birbirimize; sözler, vaatler sıraladık peşi sıra. O bana, ben ona şemsiye olacaktık. Aynı düşlerle uyanacaktık her sabah. Her sabah güneşi beraber toplayacaktık kırlardan, beraber oturacaktık sofranın başına. Tek bardak, tek kaşık olacaktı sofrada; ben ona, o bana yedirecekti. Ben dil olacaktım o dudak; ben yanak olacaktım o gamze; ben sabah olacaktım o güneş; ben ay olacaktım o mehtap; ben çay olacaktım o şeker ve yaşayıp gidecektik sonsuza dek.

Ah hayaller ah! Keşke her şey hayallerdeki gibi olsa ama kaderin bir keder olduğunu henüz bilemeyecek kadar toy ve saftım. O, “merhabanın” üzerinden kaç ay geçti bilmiyorum ve nice nice merhabalar girdi hayatımıza. Çay içtik, sohbetler ettik, sahafları gezdik, kitap okuduk, şarkı dinledik, dilek tuttuk, vapura bindik, martılara simit attık, selfie yaptık, yağmura yakalandık, birbirimize hediyeler aldık, karanlığa yakalandık, yaramazlık yaptık, mesajlaştık, doruklara çıkan duygusallıklar yaşadık! Yaşadık da yaşadık

Ve derken bir gün, bir akşamüzeri her zaman takıldığımız Kızkulesi’nin tam karşısındaki Düşkırığı Pastanesi’nde buluştuk. Serin bir rüzgâr esiyordu, deniz her zaman ki gibi dalgalıydı, martılar çığlık çığlığaydı. Ellerimi tuttu, yüzmek ister gibi uzun uzun baktı gözlerimin içine. Gözleri nemlendi, dudakları kavislendi ve sıkıca sarıldı gölgemden arta kalan yalnızlığıma. Nefesi nefesime karıştı, sıcacıktı. Dudaklarında sıkça duyduğum o harika cümleler: “Seni çok seviyorum iyi ki varsın! Seninle yeniden doğdum, yeniden günışığı gördüm." Sonra hızlıca elimi kalbinin üstüne koydu. Tıp, tıp, tıp sesleri geliyordu. “İşte bu tıp, tıp seslerini duyduğun kalbim hep senindir, sana aittir hem de sonsuza dek!”

Vaktin çok farkında değildim. Zaman hızlıca akıyordu. Kalkmak ister gibi yavaşça doğruldu ve tekrar tekrar sarıldı masada bıraktığı ben’e. Çantasından çıkardığı bir poşeti avuçlarıma bıraktı. “Karınca kararınca kahramanıma hediyem” dedi fısıltıyla. Sonra da çekip gitti. Orada, öylecene kımıltısızca durup gidişini seyrettim. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey yapamadım, hiçbir şey! Garip bir hüzün çöktü içime, dizlerim büküldü, gözlerim buğulandı ve bir külçe gibi yığıldım az önce sevinçle oturduğum sandalyeye.

Ellerim yavaşça hediye paketine gitti. Ambalajını çözdüğüm paketten Selim İleri'nin "Ölünceye Kadar Seninim" romanı çıktı. Sayfaları çevirince kalbimde deprem etkisi yaratan o notla karşılaştım. Okuyup okumamak arasında bir süre bocaladıysam da sonunda okuyabildim:

“Keşke bu noktaya gelmeseydi. Hani “gözlerim seni bir yerden ısırıyor, falan dizide oynayan kıza ne çok benziyorsun” diyordun ya doğrudur, haklıydın. Evet, ben dizilerde oynayan saçı kumral o kızın ta kendisiyim. Manken… Hanım. İyi ki kader bizi karşılaştırdı, iyi ki seni tanıdım. Bunalımlardaydım, kendime yetmiyordum, sende temiz havaya çıktım, arındım, duruldum çok şükür. Sen de dünyanın en iyi insanısın! Ama şunu bil ki kalbim sonsuza kadar senindir.”

Ah be Süeda!” diye bir söz çıktı ağzımdan. Başkaca bir şey hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda X hastanesinde yarı baygın bakışlarla tavanı seyrediyordum ve çok yorgundum.