“…Ten fânîdür cân ölmez çün gitdi girü gelmez
Ölürise ten ölür cânlar ölesi degül

Gevhersüz gönüllere yüz bin söz eydürisen
Hak'dan nasîb olmasa nasîb olası degül…”

Yunus Emre

 

Bir düş gördüm hayra yorula…

Bundan birkaç sene önce rüyamda Mevlâna türbesinde görüyorum kendimi. İkinci katta mezar olur mu? Rüya bu, oluyor bazen. Önümdeki birkaç ziyaretçinin ardından mezar odasına giriyorum. Şah kapıdan geçip girdiğimde sol tarafta yerden yarım metre yükselen zemine üç basamakla çıkılıyor. Üç tarafı cam bir mahfazanın içinde elleri göğsüne yakın karnında bağlı şekilde Mevlâna’nın cansız bedeni yatıyor. Öyle hediyelik eşya dükkanlarında satılan tombul bir dede değil tabii ki. Zayıf, bir altmış bir yetmiş boylarında, beyaza yakın kır sakallı ki sakalları da öyle gür değil daha çok internette dolaşan Hoca Ahmet Yesevî resmine benziyor. Bedeni çürümemiş, sanki bir balmumu heykel gibi taze ve canlı görünüyor. Yalnız ağzının bir kenarı; işaret parmağının ucu kadar büyüklükte çürümüş, irice bir uçuğu andırıyor. Yanına ziyaretçilerin sıra ile yaklaşmasına müsaade ediliyor. Rüya bu ya herkes bir soru sorup cevabını alıyor merhumdan. Gözleri kapalı, ölü vaziyette cevap veriyor. Önümdeki son kişi sanırım piyango sonuçlarını sordu, aldığı cevabı not edip cansız bedene sarılarak, elini öpmeye çalışarak teşekkür etmek istedi ancak görevliler ziyaretçiyi uzaklaştırdı. Sıra bana gelmişti artık. Ben de piyango sonuçlarını sorabilirdim fakat aklımı kurcalayan bir soru vardı uzunca zamandır. Ve soruyu doğrudan muhatabına sorma fırsatım vardı şimdi. Yüzünü gözünü bir güzel inceledikten sonra hafifçe eğilip “Ahi Evran’la düşman mıydınız?” diye sordum. Etraftaki herkes bana güldü, “bir soru hakkını ne ile harcadı” diyerek. Ben istifimi bozmadan gelecek cevabı bekledim. Ve kısa bir bekleyişten sonra Mevlâna’nın cansız bedeni cevap verdi:

“Eskiden iyi dosttuk!”

Eskiden iyi dosttuk…

Eskiden iyi dosttuk…

Bu sözleri tekrar ederek uykudan uyandım. Kaç yıl geçmesine rağmen bütün detaylarıyla hatırladığım, gerçekten ayırt edilemeyecek bir rüyaydı bu.

Tabii ki rüyalarıma girecek kadar önemsediğim bir konu idi Ahi Evran’ın yaşamı ve çeşitli rivayetlere konu olan ölümü!

Önceden de yaptığım araştırmaların ışığında, gördüğüm bu rüyanın da etkisiyle Ahi Evran’ın ölümü hakkında tekrar araştırmaya koyuldum. Uykudan uyandığım andan beri ise içimden bir ses “Ahi Evran’ın ölümü ile ilgili Mevlâna’ya haksızlık yapılıyor” diyordu.

Nitekim önce Ahi Evran ve Mevlâna mücadelesi olarak adlandırılan bir süreçle ilgili başlıkları topladım. Başlıkların önemli bir kısmı şöyle idi:

  • Şems’in öldürülmesinde yahut kaybolmasında Konya Ahilerinin ve Ahi Evran’ın dahli var mı?
  • Mevlâna, Moğol ajanı mıydı?
  • Mevlâna ile Şems arasında homoseksüel bir ilişki mi vardı?
  • Ahi Evran aslında Nasrettin Hoca mı?
  • Mevlâna, şiirlerinde Ahi Evran’a göndermeler mi yaptı?
  • Ahi Evran’ı Mevlâna mı öldürttü?
  • Ahi Evran’ı Caca Bey mi öldürdü?
  • Ahi Evran, nerede ve nasıl öldü?

Başlıklar üzerinden kısa kısa bilgilerle ilerleyelim. Belki ileride bir TV Programı aracılığı ile derinlemesine konuşuruz bu mevzuları.

Yer: Anadolu – Konya

Tarih: 13. Yüzyıl

Konya’da bir vaiz var ve bütün halk onun sohbetlerinden müthiş feyz alıyor. Zaman günümüz olmadığı için insanların gün içindeki uğraşları bitince dergâha gidip orada zamanı geniş bir bakış açısıyla gören, vaktinin çoğunu okumakla, öğrenmekle, ilim de ilerlemek adına sohbetlerle geçiren âlimlerin söyleşilerine katılıyorlar. Olsaydı bir facebook, instagram, tiktok vs. belki ta o zamandan başlardı bozulma ama çok şükür ilmin ve ilim yuvalarının kıymeti vardı o zamanlar.

Şimdi gelelim Mevlâna’nın maharetlerine.

Diksiyonu düzgün, hitabeti yani konuşma sanatı oldukça güçlü, Türkçenin yanında Arapça ve Farsça biliyor. Türkçe dışında bildiği bu iki dili bilmek o çağda çok önemli. Günümüzde nasıl ki İngilizce dünya dili denilebilecek kadar yaygınsa o zaman Arap ve Fars Edebiyatlarının zenginliği hasebiyle Arapça ve Farsça o kadar yaygın. Bilhassa ilim ve sanatın dili. Ve çağın ileri gelen kalemleri daha çok kişiye ulaşması maksadıyla eserlerini Arapça ve Farsça kaleme alıyorlar. Bana göre Türkçe, ilim ve sanat üretmede, aktarmada müthiş yetkin bir dil olsa da o çağda yaygın olan yaklaşım bu maalesef. Arapça ve Farsça eserleri çocuk yaşlardan beri aslından okuyan Mevlâna haliyle çevresindeki birçok insandan ve halktan çok daha bilgili ve donanımlı. Hal böyle iken Konya halkının en büyük eğlencesi (günümüzdeki anlamıyla değil o dönemin şartlarıyla düşünün lütfen) dergâha gidip Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin bilgi dolu, merak uyandırıcı sohbetlerini dinlemek.

Babası bir âlim ve yetiştiği çevre âlimlerle dolu bir adam Mevlâna. Çağın ilerisinde düşünebiliyor. Ve okuduklarını aktarmada yetkin bir hitabet sahibi vaiz. Yani vaaz veren. Böyle adamlar daha fazla bilgiye ulaşamadıklarında hangi duyguları yaşarlar düşündünüz mü?

İçinde bulunduğu topluma bildiklerini aktarıp toplumu daha aydın bir hale getirmek için uğraşmak ne kadar kolay olabilir sizce?

E haliyle kendisinden daha az bilgili insanlarla sürekli uğraşmak yorucudur da. Tabi ki gönlünün büyüklüğünden dolayı bundan şikâyet de etmez. Mümkün olduğunca boşuna tüketmek istemediği sayılı nefesi yalnızca insanların faydasına şeyler anlatarak tüketmeye gayret eder. İyi de yapar. Ancak zaman zaman ve hatta belki de sık sık yalnızlığa düşer. İlim yalnızlığı, sanat yalnızlığı, anlaşılamama yalnızlığı. Bunlar kolay şeyler midir sizce? Bütün işi anlatmak olan, bütün derdi insanlara doğruyu ve doğrunun izini sürmeyi aşılamak olan biri “Senin bilgin karşındakinin anladığı kadardır.” dediyse ne için demiş olabilir?

Tabi ki twitterda trend topic olsun, instagramda çok beğeni alsın diye değil!

(Devamı gelecek)