Düşünsenize sosyal medyaya bir kısıtlama geliyor da açılana kadar ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Mevlâna’ya süresi belirsiz yayın yasağı gelmiş gibi bir durum yaşıyor Konya halkı ve maalesef bilgiden, ilimden, edepten uzak kalınca aslına rücu edip cehaletin kucağına düşüyorlar.

Tabi sonra Şems bir gece ansızın terk ediyor şehri. Çünkü onun seyri, öğrenme süreci, öğrendiklerini anlatma gayreti, görevi devam ediyor. Bu durum Mevlâna’yı çok üzüyor. Üzgün ve mutsuz Mevlâna bir süre daha dergâh toplantılarına katılmıyor, sohbet edip halka vaaz vermiyor. Oysa Şems’in gittiğini duyan halk hemen ertesi gün Mevlâna’nın kendilerine döneceğini düşünüyor ancak umdukları gibi olmuyor. Uzun zaman sonra kendisine hem öğrenmeye açık bir öğrenci hem de hayatın bütün sırlarına vakıf bir öğretmen bulan Mevlâna, Şems’in gidişiyle bir boşluğa düşüyor. Bu süreçte Şems’in gidişini anlamlandıramayan halk arasında söylentiler yine başlıyor:

-          Şems kendi mi gitmiş Mevlâna mı göndermiş?

-          Evdekiler de durumdan rahatsızlardı tabi artık gitsin diye hır gür de çıkmış olabilir.

-          Mevlâna’nın evde bekar evlatlığı da ona sarkıntılık yapmış olabilir mi?

-          Nerden geldiği, aslı nesli belli olmayan adamdan her şey beklenir, yapar mı yapar!

-          E Mevlâna’nın oğlu Alaaddin ne demiş? O da sert mizaçlıdır. Sağlam ahidir!

-          Mevlâna’nın evlatlığını Alaaddin de mi seviyormuş?

-          Abart abart! Ulan üvey de olsa onlar kardeş kardeş!

-          Valla ben bilmem kardeş mardeş, ateşle barut yan yana durmaz derler.

-          O zaman bu Şems gitmedi de yoksa bu Alaaddin mi bir şey yaptı?

-          Yok canım. Alaaddin cana kıymaz.

-          Valla insanoğlu bu aşk için her şeyi yapar.

-          Duydun mu Alaaddin babasıyla atışmış. Halk seni bekliyor kendine gel artık, toparlan. Sohbetlerine devam et demiş. Şems gitti artık gelmeyecek sen bizim babamızsın kalk ve görevini yap.

-          Gelmeyecek mi demiş?

-          Nerden bilmiş ki gelmeyeceğini?

-          Benim bildiğim gelinmez tek yol ölüm. Bir insan öldüyse gelmez sadece.

-          Alaaddin mi öldürmüş Şems’i?

-          Öldürdüyse nereye gömmüş?

-          Gömmeye vakti olmadıysa ne yapar ki insan?

-          Kuyuya mı atmış?

-          Hangi kuyuya?

-          Lan yarın kovayı bir sallıyormuşuz kuyuya, çekip bakıyormuşuz ki su yerine el ayak!

-          Tövbe estağfurullah, ulan insan neler düşünüyor.

-          Neyse neyse gitti de kurtulduk.

Bu gibi kulaktan kulağa aktarıldıkça değişen, değiştikçe insanları yanıltan söylentiler nedeniyle Mevlâna dergâhının içine ikilik sirayet ediyor. Bu ikilikten zarar göreceğini anlayan Alaaddin Çelebi de Konya’yı terk edip Kırşehir’e, babasının “eskiden iyi dosttuk” dediği Ahi Evran’ın dergâhına sığınıyor. Çünkü eski dosttan düşman olmayacağını biliyor.

Ahiler aman dileyene yardım etmekten geri durmayan, kendilerine sığınan kim olursa olsun onu koruyup kollamak için gerekirse canlarını siper eden insanlar.

Gelelim Mevlâna’nın kendisi adına söz söyleyenler için vasiyet niteliği taşıyan sözlerine. Yaşadığı dönemde ve ölümünden hemen sonraları şiirleri dilden dile yayılıyor. Mesnevinin nüshaları Fars edebiyatı şairlerine kadar ulaşıyor. Hatta Mesnevi’nin bir nüshasını okuyan Horasan’ın Mihene beldesinden olan ve gerek yaşayışıyla gerekse fikirleriyle Mevlânâ’ya çok benzeyen büyük mutasavvıf Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr Mevlâna’nın şiirlerinden aldığı ilhamla kitabın kapağına aşağıdaki rubâî türündeki şiiri yazmıştır.

Bâz â bâz â her ân çi hestî bâz â

Ger kâfir u gebr u but-perestî bâz â

În dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nîst

Sad bâr eger tevbe şikestî bâz â

“Yine gel, yine gel! Kim olursan ol, yine gel!

Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel!

Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!

Bu rubâînin kaydının geçtiği o döneme ait on dört eserde Mevlâna’ya aitliği ile ilgili bir bilgi yoktur. Ve ayrıca Mevlâna’ya ait Mesnevi ve Divan-ı Kebir ile diğer eserlerinde de bu rubâî yoktur. Mevlânâ’nın “Gel, gel” yahut “Gelin, gelin” sözleriyle başlayan birçok şiiri bulunduğundan ve eserlerinde sıkça umut aşılayan sözlere yer verdiğinden dolayı bu şiir kendisine yakıştırılmış olmalıdır. Ebu Said’e aitliği de kesin değildir ancak Mevlâna’ya ait olmadığı kesindir. Konumuzdan uzaklaşmış gibi göründüğümüzün farkındayım ancak bu bölümü toparlıyorum.

Dönemin birçok şairi Mevlâna’nın şiirdeki kabiliyetinin üstünlüğünü vurgulamak için “o öyle bir şairdir ki peygamber değildir fakat kitabı vardır” gibi sözler söylemişlerdir. Oysa Mevlâna’nın bundan haberi dahi yoktur. Mürşid uçmasa da mürid uçurmuştur. Bu gibi ululamaların olduğunu ve olacağını tahmin eden Mevlâna bir vasiyet niteliğindeki şu şiiri yazmıştır:

“Men bende-i Kur'anem eger candarem

Men hâk-i reh-i Muhammed muhtarem

Eger nakl kuned cüz in kes ez güftarem

Bizarem ez u vez an suhen bizarem”

Ben yaşadıkça Kur’an’ın kölesiyim

Ben Hz. Muhammed-i muhtarın yolunun toprağıyım

Eğer kim bundan başka bir söz naklederse

O sözden de o sözü nakleden de şikayetçiyim (gücenmişim)

Şimdi vasiyet niteliğindeki bu şiirle halini arz eden geçmiş gitmiş, Allah dostu olduğuna inandığımız bir merhum hakkında türlü sözler sarf ederken bence biraz daha temkinli olmak gerekmez mi?

Ahilerin en büyük destekçisi olan Sultan I. Alaeddin Keykubad, II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in tertiplediği bir suikast sonucu öldürülünce başa geçen II. Gıyaseddin Keyhüsrev Moğol güdümünde bir siyaset izlemiş, fiili olarak işgal olmasa da II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in sultan olmasıyla Selçuklu Sarayı Moğolların emrine girmiştir. Nitekim pek çok Ahi ve Türkmen cezalandırılmış, Ahi Evran da hapsedilmiştir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümünden sonra 1245 yılında serbest bırakılan Ahi Evran, işgal altındaki saray şehrinden çıkıp Denizli'ye geçmiştir. Sonra da ömrünün son on beş yılını geçireceği Kırşehir’e yerleşmiştir.