Birkaç gün önce devletin altmış bin (60.000) üniversite öğrencisi yahut mezununu 10.000-12.000TL maaş ile yarı zamanlı (part time*) çalıştıracağı ile ilgili bir haber okudum. Devletin birçok görevi arasında elbette vatandaşlarına istihdam sağlamak da var ancak hepsini memuriyete ya da memuriyet beklentisine adapte etmesini doğru bulmuyorum.

Şöyle ki bahsolunan 60.000 kişilik yarı zamanlı istihdam için nereden baksanız altı milyon genç bekleyişe geçecektir. Zaten eğitim sistemimizin rayına oturmamış olması sebebiyle en verimli, çalışkan, üretken, dinamik çağlarını sınav stresi ile geçiren gençlerimiz, yaşları yirmi dört (24) bandını geçtiğinde umdukları sınav sonuçlarını alamayıp bir yere atanamadılarsa umutsuzluğa kapılıyorlar ve maalesef “ben o kadar okulu boşuna mı okudum” gibi haklı ama yine maalesef kendilerine fayda sağlamayan bir düşünceye kapılıyorlar. Elbette ki devletimizin çok daha bilirkişileri var ancak küçük bir öneri de benden olsun:

Gençleri yarı zamanlı, tam zamanlı, şöyle böyle diyerek oyalamak yerine girişimcilerin, esnafların, kobilerin önünü açacak, işlerini büyütmelerini sağlayacak destekler arttırılmalı. Sürekli küçülen bir piyasada her gün birkaç işçi işinden oluyor. Birçok işletmede önceleri en az 3-5 kişi çalışırken artık sadece işletme sahibi çalışıyor ve ilk fırsatta işletmesini devretmenin bir yolunu arıyor.

Şu söylemleri doğru bulmuyorum:

“Aman efendim onun bilmem ne bankasında şu kadar parası var iş yeri kapansa ne olacak, ona dokunmaz.” Evet ona dokunmayabilir ama sana bana kesinlikle dokunur. Kahraman Bakkal Süper Markete Karşı diye bir kitap vardı. İçeriği uzun hikâye ama sadece ismi bize yeterli olacaktır vereceğimiz örnek için:

Bakkalları, zincir marketlere karşı savunmak değil de zincir market şubelerinin işin ehli bakkallar eliyle işletilmesini sağlayabiliriz.

Meslek eğitimini önceleyip gençlerin soyut anlamdaki altın bilezikleri donanmalarını sağlayabiliriz.

Bir şeyleri göstermelik yapmayla, yapıyor gibi görünmeyle olmaz. Her şeye saldırmayalım da adım adım ilerleyip maksuda vasıl olalım.

                Bebekler dünyaya geldiklerinde standart diyebileceğimiz bir “zekâ” ile doğarlar. Tabii ki istisnalar kaideyi bozmaz. Bu zekâ, önce genetik yatkınlık ve çevre etkisiyle, okul çağına geldiğinde ise eğitim sisteminin kalitesi ve yönlendirmesiyle şekillenir. Zekâ kavramını ruh olarak da düşünebiliriz. Hani dinimiz gereği yaratılan her şeyin Tanrı’nın/Allah’ın nurundan üflenerek yaratıldığına inandığımız. Ya da binlerce yıldır toprak altında oluşmuş bir cevher olarak da düşünebiliriz ki bu örnek daha somut bir örnek olacağı için üzerinde durabiliriz.

                Düşünün; köyünüzdeki tarlada ya da bahçede yürürken yahut bir ağaç dikmek üzere toprağı kazarken bir taşa takıldınız ve onu alıp tozdan topraktan arıttınız.

Gözleriniz görmüyorsa hiçbir anlam veremezsiniz.

Elleriniz hissetmiyorsa yine bir anlamı olmaz.

Ama bu temel becerilere sahipseniz; rengi, ağırlığı belki de şekli ilginizi çekebilir.

Elinizde hiç imkân yoksa onu o şekliyle bir yere koyarsınız; kapı önüne ağırlık yapabilirsiniz mesela.

Kırıp küçültebiliyorsanız küçültüp avlanırken fırlatabilirsiniz hedefinize.

Yahut onu başka bir taş ile yontarak daha biçimli ve kullanışlı, taşınabilir hale getirip avınızı daha yetkin bir şekilde vurabilir ya da toprağı ekip dikmek için işleyebilirsiniz.

Daha ince bir yontma ve cilalama işleminden geçirip çok daha kullanışlı aletler ve silahlar yapabilirsiniz.

Ateşi de kullanarak eritip kalıplar kullanıp döküm sanayini başlatabilirsiniz.

Ona benzer başka taşları da eritip karışım yaparak sertliğini arttırabilir, yumuşatabilirsiniz.

Artık taşları tanıdığınız için bastığınız yeri önemser, madenleri keşfedebilirsiniz.

İşleme yöntemleri üzerinde çalışıp daha az bulunanlara anlam yükleyebilir, bronzu, bakırı, gümüşü, altını, elması keşfedebilirsiniz.

Artık azı çoğu bildiğiniz için dolaplar, kasalar aracılığı ile saklayabilirsiniz. Avlanmak ya da tarımla hayvancılıkla uğraşmak yerine o işlerle uğraşanlarla alışveriş yapabilmek için parayı icat edebilirsiniz. Onları vermek yerine onların ederi kadar, daha değersiz malzemelerden o madenleri temsil eden paralar basabilirsiniz. Bu şekilde uzatıp gidebiliriz. Ben bize en yakın çağa kadar getirdim insanlığın gelişimini, gerisini hayal edebilecek kadar altı dolu bilgiye sahip olduğumuzu düşünüyorum.

Gerçi günün birinde birileri elinde olan değerli madenin karşılayacağından daha fazla para basıp enflasyonu da icat edebilir ama onu kötü örnekleri konu alacağımız bir yazımızda konuşabiliriz.

Şimdi dönelim “zekâ” kavramına! Dünyaya gelen her bebekte bulunan bu işlenmeye hazır madenin gelişimi de tıpkı insanlığın gelişimi gibi safhalara ayrılır. İsviçreli bilim insanı Jean Piaget’in düşünüp geliştirdiği “bilişsel gelişim kuramına” göre bir çocuğun gelişim dönemleri sırasıyla şöyledir:

·         Duyusal - Motor Dönemi

·         İşlem Öncesi Dönem

·         Somut İşlemler Dönemi

·         Soyut İşlemler Dönemi

İlk iki dönem üzerinde durmadan somut ve soyut dönem üzerinde kısaca duracağım ve çok basit halkın ağzından cümlelerle açıklamaya çalışacağım.

Çocukların somut dönemlerini şöyle düşünebiliriz; bir çocuk ilerisinde merdiven gibi, boşluk gibi, kaldırım gibi yükselti farkı olan bir zeminde koşar da annesi-babası arkasından “çocuğum düşersin” diye bağırmasına rağmen kot farkını, yükselti farklılığını hesap edemeyip adımını atan çocuk düşer ya da yürüdüğü zeminde kafasına, vücuduna temas edebilecek herhangi bir çıkıntıyı fark edemez mesela masanın köşesine çarpar ya hani işte bu dönemler çocuğun somut dönemleridir. Bu dönemde televizyonun içinde insanlar var zannedebilir.

Sonra soyut döneme geçer çocuk, o dönemde de televizyonun, radyonun içinde biri olmadığını, görüntülerin teknoloji aracılığı ile aktarıldığını bilir, biraz arabesk bir örnek olacak ama birine güvenir, güveninin kırılacağını bilemez, sever, aldatılacağını, terk edileceğini bilemez, sevinir üzüleceğini bilemez, ağlar güleceğini bilemez, bugün doyar yarın aç kalabileceğini düşünemez… Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu süreç de soyut dönem sürecidir.

İşte bu dönemler çocukların halk arasında “kayıt cihazı gibi maşallah ne görse ne duysa kaydediyor” denildiği ve öğrenmeye en açık olduğu dönemlerdir. Bu dönemlerde sobanın “cıs” olduğunu öğrendiği gibi öğrenme şekilleri de yerleşmeye başlıyor. Tam da burası bizim eğitim sistemimizin avam tabirle canavar gibi olması gerektiği dönemdir. Anaokulu ve ilkokul çağlarında olgun bir eğitim sistemi ile yetişmiş yetkin bir öğretmen kadrosunun oyunlarla çocukların baskın zekâ türlerini tespit edip ebeveynlerine yönlendirme raporları sunarak çocukları geleceğin iyi insanları, işini severek yapan meslek sahibi insanları yapmanın temel taşını atacaklardır.

Yani; “sizin oğlan okumaz bunu sanayiye verin”, “sizin kızın çene maşallah, sosyal yönünü besleyecek bir mesleğe yönlendirin kocasıyla arası açılmasın” gibi söylemlerle değil tabi bilinçli bir şekilde yaptığı tespitler sonucu hazırladığı raporda çocuğun hangi zekâ türünün baskın olduğunu, baskın olan zekâ türünü nasıl daha da geliştirebileceklerini, o zekâ türünün hangi meslek dallarında daha çok işine yarayacağını ve baskın olan zekâ türünün üstüne gittiği zaman o çocuğun büyüdüğünde nasıl mutlu olacağını bildiği için verimli, faydalı bir insan olacağını vs. sunması gerekir. Belki eğitim sistemimiz bu şekilde çalışmıyor ama ben buraya Harvard Üniversitesi’nde bilimsel çalışmalar yapan Amerikalı Psikolog Howard Gardner tarafından öne sürülen “çoklu zekâ kuramı” hakkında bir bilgi sunayım.

Bu yaklaşıma göre insan zekâsı 8 alt kategoriye ayrılmış ve 9. alt kategori üzerine de araştırmalar başlamıştır. Mevcut 8 alt kategori, insanın sahip olduğu zekâsını hangi alanlarda daha etkin kullanabildiğini gösteren veya sınıflandıran zekâ türlerinden oluşmaktadır. Gardner çoklu zekâ kuramına göre her insanın özel yetenek alanları ve zekâsını kendine özgü kullanma biçimi vardır.

1) Uzamsal Zekâ: Görülenleri hafızaya alma, anlatılanları zihinde canlandırma, boyutlandırma ve görsel tasarımlar kurgulama uzamsal-görsel zekâ becerileridir.

2) Kinestetik Zekâ: Kinestetik zekâsı gelişmiş olan kişiler jest ve mimiklerini adeta ustalıkla kullanırlar. Bu sayede duygu ve düşüncelerini anlatma konusunda başarılıdırlar. Sadece günlük konuşma değil; sanatsal kompozisyonlar konusunda da iyidirler.

3) Müziksel Zekâ: Müziksel zekâsı ön planda olan kişiler bazen hiç eğitim almadan bir enstrümanı çalabilir; notalarını bilmediği müzikleri sadece dinleme yoluyla öğrenip çalabilirler.

4) Sözel Zekâ: Sözel zekâsı iyi olan kişilerin olayları kompoze etme, hitap ve sözlü-yazılı sunum konusundaki yetenekleri belirgindir. Yazarlar, hatipler, şairler, siyasetçiler, dil bilimciler ve benzer mesleklerde başarılı olmuş kişilerin sözel zekâsı ön plandadır.

5) İçsel Zekâ: İçsel zekâsı gelişmiş kişiler, neler yapabilecekleri konusunda neredeyse kusursuz bir öngörüye sahiptirler. Dolayısıyla, başladıkları işte başarılı sonuçlar elde etme olasılıkları yüksektir. Kendi davranışlarını, sosyal etkileyiciler ile birleştirip yorumlama konusunda yetenekli kişilerdir.

6) Sosyal Zekâ: Sosyal zekâsı gelişmiş olan kişiler, karşısındaki insanın duygularını anlama ve hatta yönetme konusunda başarılıdırlar. Topluluklara hitap eden siyasetçi, eğitmen ve benzeri meslek gruplarında başarılı olan kişiler sosyal zekâsıyla ön plana çıkmaktadır.

7) Matematiksel Zekâ: Matematiksel zekâsı ön planda olan kişiler analitik düşünebilme konusunda iyidirler. Parçaları bir araya getirip sonuç çıkarma, tümden gelim veya tüme varım konusunda başarılıdırlar. Muhakeme yeteneği, matematiksel zekânın bir parçasıdır. Matematiksel zekâ kişinin neden-sonuç ilişkisi kurabilmesini ve sağlam sorgularla sağlıklı sonuçlar elde etmesini sağlar.

8) Doğasal Zekâ: Doğasal zekâsı yüksek kişiler, doğayı ve doğadaki canlıları inceleyip çıkarımlar elde etme konusunda başarılıdırlar. Arkeoloji, dağcılık, izcilik, belgesel çekimi, botanik, jeoloji alanlarında aktiftirler.

9) Varoluşsal Zekâ: Birçok kez mantık yürütmenin zor olduğu ve duyulup hissedilemeyen konularda etkin yorum yapabilme becerisiyle ilgilidir. Din adamları, fizikçiler, kuantumcular, matematikçiler ve benzeri gibi en uç noktaları irdeleyen kişilerin varoluşsal zekâsı ön plandadır.

Müfredattaki derslerden Türkçe, tarih, edebiyat gibi sözel dersleri iyi olup matematiği kötü olan çocuğunuzu matematikte profesyonel olması için özel derslere boğup hem paranızı hem çocuğunuzun keyfini ve zamanını hem de tuttuğunuz özel ders öğretmeninin zamanını boşa harcamayın. Temel düzeyde; bakkala gönderdiğinizde paranın üstünü tam getirecek kadar matematik bilse kâfidir. O çocuğa baskın olan sözel zekâsını daha da geliştirecek derslerde takviyeler yapın. Bir de “her çocuk okuyacak diye bir şey yok gidip bilmem ne dağının berisinde saçma sapan bir üniversitede puanı tuttu diye işletme, iktisat vs. bir bölüm okuyacağına verin sanayiye meslek öğrensin.” En azından küçük şehirlerde de iyi otomobil, mobilya vs. ustaları yetişsin. Saçma sapan bir arıza yüzünden millet Ankara’ya Kayseri’ye arabasını götürmek zorunda kalmasın. Tabii ki işin mizahi yönü bir tarafa ne demek istediğimi açık ve net bir şekilde anlattığımı sanıyorum.

Şimdi bu bilgiler ışığında gelecek nesilleri inşa etmek için adımlar atabilirsiniz. Tabii ki benim anlattıklarım dünyanın en doğru, en kapsamlı bilgileri değil! Aman ha! Yarım doktor adamı candan eder derler profesyonel destek her zaman önemlidir, siz de önemseyin. Etrafınızda yeteri kadar profesyonel insan, öğretmen, eğitmen bulamıyorsanız; en azından sizi temsil eden, sizin ışığınızı mecliste, ülke yönetiminde yansıtan aylardan yani vekillerinizden hakiki bir eğitim sistemi talep edin ya da bu uğurda gerekirse canını verecek nitelikte insanlardan kendinize vekil seçin. Unutmamalıyız ki asıl olan halktır. Ben sahneden bir ayna tuttum size, güneşten bir ışık hüzmesi yansıttım sadece! Işığın da ısının da kaynağı olan güneş sizsiniz.