Geçen gün sosyal medyada karşıma çıkan bir görsel, beni olduğum yerde durdurup uzun uzun düşündürdü. Bir süredir içimde büyüyen o kaygıyı tek bir cümlede özetliyordu “Çocuklarımız, 2030’da var olmayacak işler için okula gidiyor. Okullar ise hâlâ 1975 yılındaymışız gibi eğitim veriyor.” Bu cümleyi okuduğum an, içimde bir alarm zili çaldı; çünkü ne yazık ki bu tespitin ardındaki acı gerçeği görmezden gelmek artık mümkün değil.

Sorun ne çocuklarımızın merakında ne de fedakâr öğretmenlerimizin çabasızlığında. Mesele, kökleri çok eskiye dayanan, kendini güncelleyemeyen ve çağın hızına ayak uydurmakta zorlanan o ağır eğitim sisteminde. Okulun bize dayattığı şeylerle, hızla dönüşen dünyanın bizden bekledikleri arasındaki uçurum her geçen gün daha da genişliyor.

Hatırlayın; öğrencilik yıllarımızda bizden ne istenirdi Bilgiyi ezberlemek, verilen talimatları eksiksiz uygulamak ve “tek doğru” cevabı bulmak. Oysa bugün sosyal hayat da iş dünyası da tek doğruyla ilerlemiyor. Şirketlerin ve toplumun beklediği şey, yaratıcı düşünebilen, eleştirel bakabilen, merak duygusu canlı kalan, dijital okuryazarlığı yüksek ve en önemlisi karmaşık problemlere çözüm üretebilen bireyler. Altını çizmek gerekirse; bahsettiğim problem çözme, müfredattaki o “havuz problemleri” değil, gerçek hayatın çok değişkenli, belirsizlikle dolu devasa bilmeceleri.

Artık bilginin parmaklarımızın ucunda olduğu bir çağdayız. Arama motoruna saniyeler içinde ulaşabileceğimiz bilgileri çocukların beyinlerine ezber yoluyla yüklemeye çalışmak, enerjimizi yanlış yere harcamaktır. Depolayan değil, bilgiyi anlamlandıran; yorumlayan değil, dönüştüren beyinlere ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz. Gelecek, bilgiyi en hızlı ezberleyenlerin değil, bilgiyi yeni bağlamlarda kullanabilenlerin omuzlarında yükselecek.

Bu noktada küçük bir anımı paylaşmak isterim Kırşehir Lisesi’nde kredili sistem sayesinde okulu 2,5 yılda bitirdim. O zaman bunu büyük bir başarı sanıyordum; sanki hayatı hızlandırınca daha çok şeye yetişecektim. Şimdi dönüp bakınca gülümsüyorum… Çünkü aslında mesele hızlı olmak değilmiş; mesele, her öğrencinin kendi ritmini bulabilmesiymiş. Ben kendi hızımı belirledim ama sistemin çoğu çocuğa bunu tanımadığını yıllar sonra fark ettim. Bir öğrencinin okulu kısa sürede bitirmesi başarı sayılmamalı belki de… Asıl başarı, eğitim düzeninin çocukların hızına, potansiyeline ve gerçek ihtiyaçlarına uyum sağlayabilmesinde. O yıllarda herkes “Bu çocuk neden bu kadar acele ediyor” diye sorardı. Bugün anlıyorum ki acele eden ben değildim; asıl hızını ayarlamakta zorlanan eğitim sistemiydi.

Peki biz hâlâ kırk yıl önce yazılmış bir müfredata, kırk yıl sonraki dünyayı inşa edecek çocuklarımızı nasıl emanet edebiliyoruz Bu soruyu kendimize dürüstçe sormanın zamanı çoktan geldi. Üstelik öğretmenlerimiz de bu sistemin baskısını en ağır hissedenlerden; onlar değişime en hazır kesim olmasına rağmen, bürokratik engeller ve sınav odaklı yapı yüzünden elleri kolu bağlanıyor.

Çocuklarımızın hedefi sadece “iyi notlar almak” olmamalı. Onlar; düşünen, sorgulayan, üreten, hata yapmaktan korkmayan, kendi yolunu çizebilen bireyler olmak için okula gitmeliler. Bu nedenle eğitim sistemimizin o kalın ve ağır kapılarını açıp içeriye taze hava, esneklik ve merak sokmak zorundayız. Ezberci, tek tipleştirici yaklaşımları bir kenara bırakıp her çocuğun potansiyelini keşfedebileceği bir ortam yaratmak artık bir tercih değil, bir zorunluluk.

Bugünün çocukları yapay zekâ ile büyüyor; fakat biz hâlâ onları sınav salonlarında tek doğruyu aramaya zorluyoruz. Eğitim sistemimiz çağın hızına yetişemediği için çocuklarımız geride kalmıyor; tam tersine, çocuklar koşuyor ama sistem onların hızına yetişemiyor.

Unutmayalım ki, geleceği inşa edecek olanlar ezberleyenler değil; merak edenler, sorgulayanlar ve yeni çözümler üretenler olacaktır. Eğitimde alarm zilleri çalıyor. Bu sesi duymak yetmez; artık hep birlikte harekete geçmek zorundayız.