Şiir dünyası başka bir dünyadır. Şiirde semboller vardır, metaforlar vardır. Temrinler vardır, terkipler, telmihler vardır. Yani söz sanatları vardır. Gönüllerinde sanata yer olmayanlar, sanattan yana nasibi olmayanlar duyduklarını duydukları gibi ilk anlamıyla anlarlar, derinine inemezler. İnmeye çalışınca da kalplerinin karasını bulaştırırlar etrafa.

Mikail Bayram denen zata göre bu şiirdeki eşek, oğlu Alaaddin Çelebi’ymiş, öküz de Ahi Evran’mış. Nerden anlıyor? İkisi de ölmüş oradan anlamış. Aynı Nasrettin Hoca’nın da adı Nasrettin Ahi Evran’ın da dediği gibi. Oradaki eşek insanın kötü huylarından biri olan inatçılık olabilir mi? Ya da sorgusuz sualsiz üzerine yüklenen ne varsa taşıyan, taşıyıp taşıyamacağını hesap etmediği için bir gün o yükün altında kalıp ölen halini ima ediyor olabilir mi? Arapça harflerinde “r sesiyle z sesi arasında yalnızca bir nokta fark vardır. Yazıyı yazan o noktayı unutursa göz yerine kör yazmış olur. Bir nokta insanı görme yetisinden eder.” Aklı başında bir yazıcı böyle bir durumda tereddüde düştüğü kelimenin öncesine sonrasına bakıp metnin önceki yazarının ne demek istediğini bulup düzeltmesi gerekir.

Tabi ben şiiri Abdülbaki Gölpınarlı’nın Farsçadan Türkçeye tercüme ettiği şekliyle aktardım. Mikail denen adam amberi dilber diye okuyor, aralara girip kendinden kelimeler ekliyor. Tüyü nereye dikeceğini bilmiyor anlayacağınız. Bir başka şiirinde de oğluna seslendiğini söylüyor:

Divan-ı Kebîr 2. Cilt – CLXXXVI

“A dost, yanlış iş yaptın, bir başka dosta gittin; işini gücünü bıraktın, bir başka işe güce koyuldun, bir başka kar peşine düştün.

Yüz kere bağışladım seni, yüz kere bir bir gösterdim, söyledim yolu yordamı; a kendini beğenmiş dost, gene de dinlemedin, tutup gittin sen.

Yüz kere okudum, üfledim sana, tuttum, ayağından dikeni çıkardım; fakat gül bahçesinin kadrini bilmedin, bir başka dikenliğe kalktın gittin.

Sen bir aysın, ne diye yılanla yoldaş oluyorsun dedim, a halini, şanını unutup yanılan, tuttun, bir başka yılanla dost oldun, onunla kalktın gittin.

Çulhanın elindeki eğri mekik gibi yüzlerce ipliği kopardın, gene ne bir başka ipliğe gittin, dolandın.

Dedin ki: Dostum, seni mağarada göremiyorum. Halbuki o dost, o mağaradaydı; başka mağaraya gittin.

Kadrin, kıymetin nasıl kaybolup gitmez, benzin nasıl değişip bozulmaz? Benim pazarımı gördün de tuttun, bir başka pazara gittin sen.”

Bu şiirde de yılan geçiyor ya; Evran kelimesi de eski Türkçede yılan demek. Mal bulmuş mağribi gibi sevinen arkadaş Ahi Evran’a dayandırıyor işin ucunu. Oysa şiirde nefsi ile konuşuyor şair. Tasavvufta nefsi öldürmek yoktur, nefsini bilmek ve onu kontrol altında tutmak çok daha kıymetlidir. Nitekim nefsiyle dost olup dostunu doğru yola ileten Allah’ın rızasını kazanır. Ama nefsiyle dost olup nefsine uyan yoldan çıkar. Her ne kadar nefsimizi terbiye etsek de ilk fırsatta başka şeylere meyl ettiğinden yakınıyor Mevlâna. Tabi uzun uzun şiir yorumlamayacağız, ancak isteyenle her şiirin karnını yarıp bakarız.

Yani anlayacağınız sevgili dostlar, bir deli kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış diye bir söz var ya çok şükür öldü de kurtulduk deliden, bu alanda kapsamlıca çalışma yapan kimse de olmayınca meydanı boş bulup veriyordu taşın gözüne. Ha bu arada yazın dilimdeki bu resmiyetten uzak söylemlerin de bir sebebi var. Akademisyen camiası ancak akademik teşvik primine yarayan bir konu olursa araştırmaya eğildiğinden ve kendi söylemlerince akademisyenin dilinden akademisyen anlar dediklerinden ötürü bu konuya eğilmiyorlar. Eğilen de eğri mi doğru mu demeden hakemli bir dergide yayınlanacak kadar bir yazı yazıp kendileri bile üzerinde yeterince durmadıklarından iş başa düştü. Ben de makale dilini, “akademisyenceyi” sevmediğimden aslanlar gibi halkımın ağzıyla yazmayı seçtim. Beğenmeyen kendi dilinde daha iyisini buyursunlar. İşinin ehli bilim adamlarımızı tenzih ederim.

Yukarıda bahsettiğimiz Aksarayî’nin metninde Caca Bey’in Emir Ahur Esedüddin’i ve yanındakileri öldürmesi olayını çarpıtıp işi Ahi Evran’a bağladığı gibi bir rivayeti nereye nasıl bağlıyor ve o rivayet aslında hangi kaynakta nasıl geçiyor ona bakalım:

“gene bir söylentide şöyle deniyor: Bu gün onun türbesi kazılacak olsa dahi kemiklerine tesadüf edilmeyecektir. Çünkü o normal bir insan gibi ölmüş değil, birdenbire gözlerden kaybolmuştur.” Şimdi okuduğu kaynaktan hatırladığı kısım bu. Kendince yüklediği anlam da şu imiş: “Nureddin Caca Bey’in Kırşehir’e girip isyancıları kılıçtan geçirdiği sırada doksan yaşında olan Ahi Evran’ın kim vurduya gittiğini veya savaş enkazı arasında kaybolduğunu düşündürmektedir. Zira doksan yaşındaki güçsüz bir ihtiyarın kim vurduya gitmesi ihtimal dahilindedir.” Böyle bir çıkarım yapıyor sonra da olaya bir bilirkişi atayıp iddiasını güçlendirmeye çalışıyor. Bilirkişi ise Eflakî. Eflakî Menakıbu’l-ârifîn yani Âriflerin Menkıbeleri adlı eserinin 1. cildinde güya Ahi Evran’ın cennet ehlinin okuna hedef olarak öldüğünü söylüyormuş ve bu da Ahi Evran’ın savaş sırasında kim vurduya gittiğine dair kendi tezini doğruluyormuş. Bahsettiği Âriflerin Menkıbeleri adlı eserin ilgili sayfalarına hatta her yerine baktığımızda cennet ehlinin okuna hedef olan bir kişi buluyoruz. O kısmı aynen kitaptan ekliyorum buraya:

“Yine arkadaşların azizleri rivayet ettiler ki:

Bir gün Mevlâna, Çelebi Hüsameddin'in bağında idi. O gün dostlar hadden aşırı sema yapıp heyecanlar gösterdiler. Birdenbire Mevlâna: "Ey dostlar! Ziyaüddin'in hankâhının bizim Çelebi Hazretlerinin olmasını istiyorum" buyurdu. Ertesi sabah erkenden şehirden gelen arkadaşlar: "Ziyaeddin'in hankâhının şeyhi öldü, minarede selâ verdiler. Onun hiçbir hastalığı ve acısı yokmuş" diye haber getirdiler. Dediklerine göre ölen şeyh, kibirli, zorba, dünya sevgisinden ve garazı yüzünden arkadaşların aleyhinde sözler söyler, onları kötülerdi. Bu kötülemesinin uğursuzluğundan Cennet ehlinin okuna hedef oldu ve ölüp gitti. Üç gün sonra Mevlâna'nın emriyle Çelebi hazretleri için büyük bir posta oturtma töreni yapıldı.”

Şimdi burada bahsi geçen Ziyaüddin Hankâhı denilen yer nerededir?

Ziyaüddin Hankâhı denilen yerin şeyhinin adı bir yerde geçiyor mu? Hayır.

Diyelim ki bu yer Kırşehir’de ve şeyhinin adı da Ahi Evran! Ahi Evran öldükten üç gün sonra yerine Hüsamettin Çelebi mi oturdu!

Hayır.

Velhasıl-ı kelam sevgili dostlar, arzu edenlerle adı geçen eserlerin dijital kopyalarını paylaşabilirim. Açıp kendiniz de bakabilirsiniz. Süleymaniye Kütüphanesine vs. de gidip yerinde de görebilirsiniz. Sizin ilim aşkınıza kalmış. Daha kapsamlı bilgiye ihtiyaç duyanlar Prof. Dr. Hayri Kaplan’ın Tahrif ve Tashih adlı eserine de başvurabilirler.

Ahi Evran Malya Ovasında Moğollarla çarpışırken doksan üç yaşında şehit oldu diye bilinen söylenti de ispatlanmış bir bilgi değildir. Ancak kimseye iftira atmadan, kimsenin günahını almadan vay efendim Caca Bey öldürdü, vay efendim Caca Bey Mevlâna’nın müridiydi demek ki Mevlâna öldürttü gibi saçma sapan çarpıtmalara mahal vermeden en kabul edilebilir söylentidir.

Bu konuya açıklık getiren bir yazı yazıp yayınlamak içimde bir uhdeydi ki rüyalarıma kadar giriyordu. Şimdi yazdım ya ölsem de gam yemem. Yukarıda zikrettiğim her ne var ise bilgili, olgun, muhabbet adabını bilen kimselerle oturup konuşmaya, tatlı tatlı tartışmaya hazırım.

Ahi Evran’ın, Mevlâna’nın ve dahi bütün geçmiş faydalı kimselerin ruhları şad olsun.