Çocukluğumuzda doğup büyüdüğüm Kırşehir’in Aşıkpaşa Mahallesi’nde eli yüzü nurlu, lafı sözü dinlenir ve sürekli insanlara öğüt veren Allah rahmet eylesin merhum Hatice Halamız vardı. Hatice Halamız eşini çok erken yaşlarda kaybetmiş ve çocuklarıyla birlikte zor bir hayat sürmüştür. Her şeye rağmen, eli, kapısı sofrası açık bir insan olup, bahçesinde bulunan ağaçlardan yetişen meyveleri komşularına dağıtır, sokakta oyun oynayan çocuklara ikram ederdi. Hele bahçesinde birisi beyaz, birisi mor iki dut ağacı vardı ki yemeye doyamazdık.
Hatice Hala çok duygulu ve dertliydi. Her sözünde bir anlam ve öğüt vardı. Ağıtlarıyla ağlatır, şakalarıyla güldürürdü. Bizlere en büyük öğüdü ise; “Yavrularım siz, siz olun Allah’tan korkun, Allah’ın varlığını ve hesap gününü unutmayın, helal ekmek yemekten geri kalmayın, iyilik yapmasını, insanların yararına olan işleri yapmasını ve şükretmesini bilin, küçük hesaplar peşinde koşarak kimsenin ekmeğiyle, ırzıyla oynamayın, yalan söylemeyin, iftira atmayın, iftira atılanı değil atanı lekeler, bu dünya yalan dünya, yalan dünyada kim ne ederse kim kime, kendine eder, yine kendine. İnsanın yaptıkları hiçbir zaman cezasız kalmaz. Elbet bir gün insan yaptıklarının cezasını kendi canıyla ya da cananıyla öder” derdi ve bir hikayeyi bize anlatırdı.
Tabi küçüklüğümden itibaren böyle olaylara merakım olduğu için Hatice Halamızın anlattıklarını eve gidince özel bir deftere yazardım.
Geçtiğimiz akşam evde geçmişe dönerek notlarımı ve resimleri incelerken Hatice Halamızın anlattığı aşağıda yazmış olduğum olayın notunu görünce sizlerle paylaşmak istedim.
“Bir kadın varmış uzak köylerin birinde, iyi bir evlilik yapmış eşiyle de mutlu bir hayat sürdürüyormuş. Fakat eşinin ailesi oğullarının kendi istedikleri kızla evlenmemesinden dolayı hem oğullarının, hem de gelinlerinin mutlu olmalarını çekemiyorlarmış.
“Ne yapıp, etmişler iftiralar atarak, ortalığı bozarak, yalancı şahitlerle boşanma davası açmışlar. Gelinlerinin kucağında sekiz aylık bebeği de varmış, bebeği arkadaşı mahkemede ben tutarım diye kucağından almış. Mahkeme başlamış kadın mazlum ve üzgünmüş şahitler birer birer çağrılmaya başlamış kadın gözlerine inanamıyormuş. Şahitlerden birisi de çok yakın arkadaşıymış. Kahrından mahvolmuş kadın, bir kez daha arkadan vurulmuş, mahkeme bitmiş kadın hem eşinden boşandırılmış, hem de çocuğunu 16 yıl göremeyecekmiş. Eşinden boşandırılan kadın mahkeme kapısından çıkarken aleyhinde şahitlik yapan arkadaşına “Beni yavrumdan diri ayırdın, sen yavrundan ölü ayrıl” demiş.
Bu olanlara, adaletsizliğe gökyüzü dahi ağlıyormuş. Kadın bitmiş, kadın perişanmış, ahı göklere kadar yükselmiş ve sonunda ne mi olmuş?
Arkadaşının da çocuğu varmış ahı öyle bir tutmuş ki yavrusu bahçede unuttuğu sıcak suyun içinde düşüp boğulup ölmüş. Ne acı. Kadın o zaman anlamış yaptığı hatayı.
Masum ve mazlum kadın çok çekmiş ve yıllardır görmediği yavrusunu on altı yıl sonra görmüş. Genç kız annesiz büyümenin mazlumluğu ve acısı, kadıncağızda on altı yıl sonra evladını görmenin mutluluğu ve acısı varmış.
Genç kız başında anne olmadığı, itilip kakıldığı için çok pasif ve cahil kalmış. Eşinin anne ve babası ise boşanmalarına sebep olarak yeniden evlendirdikleri çocuklarının hiçbir zaman mutlu bir hayatını görememişler. Çünkü bir genç kadının evladını ve mutluluğunu elinden almışlardı. Mahkemede yalancı şahitlik ederek arkadaşının boşanmasına sebep olan kadın da evlat acısı ile yanıp tutuşarak yıllardır yavrusun mezarına gider gelirmiş.
Yukarıda yazdığım Hatice Halamızın anlattığı olay da gösteriyor. İnsanoğlunun her yaptığı olay karşısına elbet bir gün çıkıyor, ama insanoğlu ne ders alıyor, ne de akıllanıyor.
Yaptıklarının yanına kar kalacağını düşünerek, para için, makam için, çıkar için, günlük menfaatler için, Allah’tan korkmadan, kuldan utanmadan bir insana rahatlıkla iftira atarak maddi ve manevi çöküntüye uğratabiliyor, insan gibi yaşamayı haram edebiliyor ve mutlu olmanın ne demek olduğunu unutturur hale getiriyor.
Bunun örneklerini Türkiye’nin diğer illerinde olduğu gibi Kırşehir’de komşular arasında, arkadaşlar arasında ve bilhassa özel ve resmi kurumlarda çalışanlar arasında görmekteyiz. Kırşehir’de iş yerlerinde hiç hak etmeden siyasetin cilvesiyle iş sahibi olup, elinden hayır şer gelmeyen, üretime katkısı olmayan, kalbi mühürlü, fesat ve riyakâr zatı muhteremler var ki ellerini vicdanlarına koymadan, Allah’tan korkmadan birlikte çalıştığı mesai arkadaşları hakkında yalan söyleyebiliyorlar, iftira atabiliyorlar. Yapılan hesapta yaptığım bu şerefsizlikler karşısında yönetime, idareye şirin görünebilir miyim, koltuk, sahibi, makam sahibi olabilir miyim, biraz fazla maaş alabilir miyim hesabıdır.
Ama yazdığım Hatice Halamızın anlattığı olay, yaşadığımız olaylar ve edindiğimiz tecrübeler karşısında gördüğüm o dur ki kim kime iftira attıysa, hakkında yalan söylediyse hiçbir zaman mutlu olamamışlar, yaptıklarının cezasını görmüşler ve acı dolu mutsuz hayat yaşamışlardır.
Buna herkes şahit olmuştur. Herkes şahit oluyor ama kimse de ders almıyor, herkes bildiğini okuyor, günü kurtarmak için yalan söylemeye, para, makam ve mevki için şerefsizlik yapmaya devam ediyorlar.
Nasıl olsa kendileri ikiyüzlülüğü, şerefsizliği, riyakârlığı, yalakalığı ve yalancılığı meslek edinerek amaçlarına ulaşmışlar, makam ve mevki sahibi olmuşlar geride kalanlara tufan olsun önemli değil.
Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan sadece görünümde insan görünen bu zatların umurunda mı kendi menfaat ve çıkarları için iftira attıkları insanların ve o insanların eşinin ve çocuklarının içine düştüğü durumlar? Geçtiğimiz günlerde fazla dallanıp budaklandırmadan kısaca geçmek istediğim bir olaya şahit oldum.
Benim gibi Kırşehir’de doğma, büyüme bir dönem bir eli yağda, bir eli balda son derece rahat ve lüks bir hayat süren, lüks evlerde oturan, son model arabalara binen, havasından yanına yaklaşılmayan kimseye selam vermeyen, selam almayan kendini beğenmiş kibirli bir zatın rezil, rüsvan bir hayat yaşadığına şahit oldum. Durumu içler acısıydı. Utancından bakamadı yüzüme.
Neden mi?
Geçmişte kime iftira attıysa, kime ne kötülük ettiyse, kimin ekmeği ve ırzıyla oynadıysa, kimlerin sefil hayat sürmelerine neden olduysa onların ahlarını yaşıyordu.
Sevindim mi?
Hayır sevinmedim. Aksine üzüldüm, zira karşımdaki bir insan. Zira Hatice Halamızın “Kim ne ederse kim kime, kendine eder yine kendine” sözünü hatırlatıyor ve “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste, aheste“ sözünü hatırlatırken, insanın yaptığı yarına kalır ama, yanına kalmaz diyorum.