16 Haziran annemin ölüm yıl dönümü olduğu için bu günlerde genelde annemi yazardım. Ama bu kez bir değişiklik yaparak haykıracak, serzenişte bulunacak ve ayrıca Kurban bayramında bir kızın annesiyle şahit olduğum diyalogundan söz ederek yazımın son bölümünde o kıza anlattığım fedakar anne ile nankör oğlunu  yazmaya çalışacağım

 *            *     *          

Ülkemizde ve Kırşehir’de hep birlikte Kurban Bayramı’nı idrak ettik. Bazılarımız kavurma yaptı, difrize koydu. Bazılarımız sucuk yaptı buzdolabına koydu. Olası bir kıtlığa, açlığa karşı bir senelik et ve sucuk ihtiyaçlarını temin ederek tedbir aldılar.

Bu arada birileri de bayramda memleketlerine, anne ve babalarının yanına gitmek ve bayramı onlarla geçirmek yerine deniz kenarlarında, tatil beldelerinde, beş yıldızlı otellerde bayram keyif yaptılar, anne ve babalarının bayramlarını telefon ederek veya mesaj atarak kutladılar.

Herhalde fakirin doyurulduğu, garibin giydirildiği, yetim ve öksüzün sevindirildiği, anne ve babaların ziyaret edildiği bayramlar da gelir diye düşünüyorum.

*               *         *                  

Babamı çok küçük yaşlarda kaybettiğim için dokuz yaşında çay askısını elime alarak hayat mücadelem başladı. İlerleyen süreçlerde sürekli insanlarla iç içe olan değişik işlerde çalıştım, Kırşehirspor ’da futbol oynadım, farklı kurumlarda çeşitli iş alanlarında çalıştım, danışmanlık ve genel sekreterlik yaptım. Son yirmi yıldır da internette yayın yapan Ankara gazeteleri de dahil köşe yazarlığı yapmaktayım. Bu yirmi yılın son on senesinde Gazetemiz  “Kırşehir Çiğdem”de yazmaktayım. Dolayısıyla çok büyük bir çevrem oldu, tanıdıklarım ve dostlarım çoğaldı.

“Acaba kalabalıklarda yalnızlık mı yaşıyorum” diye düşünür, etrafımda ki tanıdık ve dostların samimi mi, yapmacıklar mı olduğunu sürekli irdelerim.

Çünkü içerisinde bulunduğumuz yalan dünyada insanlar öylesine garip bir hal içerisine girdiler ki artık kimse kimseye işi düşmeden selam vermez oldu.  Yıllardır sizinle konuşmayanlar, selam vermeyenler,  işi düştüğünde bir anda sizi arıyor, kendisi için çok değerli olduğunuzu söylüyor, yağcılık ve yalakalık yapıyor, işi bittiğinde selamı kesiyor.

Boşuna dememiş şair “ İnsan bu, birinden nur akar, birinden kir” diye. Sizleri bilmem ama ben nur akan insanı hiç görmedim.

Beni yakından tanıyanlara sürekli olarak “Kırşehir Çiğdem” Gazetesi’nde köşe yazısı yazmasam bugün bana selam verenlerin, övgüler dizenlerin, “ağabey, kardeşim, bey” diyenlerin büyük çoğunluğunun yüzüme dahi bakmayacaklarını söylerim.

Basın, insan kaynakları ve halkla ilişkiler okumuş birisi olmama rağmen maalesef  iki kelimeyi bir araya getirerek güzel, etkili ve şatafatlı konuşmasını beceremem. Solak olduğum için güzel yazı yazamam. Yazılarımı benden başka kimseler okumaz. Markalı, modalı, gösterişli giyinmeyi beceremem. Tüm bunlara rağmen Kırşehir ve Kırşehir dışında bulunduğum ortamlarda bazen insanların nabzını ölçmek ve gittiğimde arkamdan “Ne kadar çok konuştu” diyecekler mi diye gevezelik yapar, çok konuşurum. Bazen arkamdan  “Ne uyuz ve sıkıcı adam, iki kelimeyi bir araya getiremeyip, konuşmasını dahi bilmiyor” diyecekler mi? diye konuşmam ve sessiz kalırım. Bazen sessiz kaldığım anlarda etrafımda bulunan insanların konuşmalarını dinler, ağızlarından çıkacak birkaç kelime işime yarar mı, yaramaz mı düşünürüm. Bazen belirli görevlere gelmiş, belirli eğitimler almış etrafımdaki markalı takım elbise giyen erkekleri,  modalı giyinmiş, süslenmiş kadınları tek tek süzer göründükleri ve konuştukları gibi dürüst ve samimiler mi, bana göstermiş oldukları ilgi, söyledikleri övgü dolu güzel sözler ve gülücükleri gerçek mi, yapmacık mı, o gülüşlerin, o sözlerin altında neler yatıyor diye düşünürüm.

Ama ne kadar düşünsem de bildiğim tek gerçek çoğunlukla ben o ortamdan gittikten sonra aynı kişilerin arkamdan farklı konuşacakları ve işleri bittikleri için gördüklerinde selam vermeyecekleridir.

Çünkü yalan dünya dediğimiz dünya da insanların yalan olduğu bir gerçektir.

Zaman zaman Kırşehir Cadde ve sokaklarında yalnız dolaşır, kendimi uzaklara atarak insanların olmadığı sokaklara gider, kafa dinler, yalnızlığın tadını çıkarırım. Dağlara çıkar Kırşehir’i, evleri, binaları seyrederim. Acaba o evlerde oturanlardan, o binalarda çalışanlardan dürüst, samimi, menfaat gözetmeyen kaç insan vardır diye kendime sorarım.

Aslında cevabı bildiğim için sormam da hata. Zira dağa güveniyorum, taşa güveniyorum, ağaca güveniyorum ama insana güvenmiyorum.

Kalburun üstünde ve altında kalmış,  ablacığım, ağabeyciğim, bacım, kardeşim, arkadaşım dediğim, zor günlerinde sürekli yanında olduğum kişilerden darbe yemiş birisi olarak daha önce köşemde yazmış olduğum düşüncelerimi tekrar yazarak haykırıyorum.

İnsanları tanıdıkça ihanete uğradım.

İnsanları tanıdıkça nankörlüğü öğrendim

İnsanları tanıdıkça kötülüğü öğrendim.

İnsanları tanıdıkça kokuştuklarını gördüm.

İnsanları tanıdıkça kibri gördüm.

 İnsanları tanıdıkça nefret ettim.

İnsanları tanıdıkça tiksindim.

Bir başka serzenişle; Dindarının, dinsizinin, hacısının, hocasının, Mekke’ye gidenin, meyhaneye gidenin, zemzem içenle, rakı içenin,  hacı sakallısının, top sakallısının, açığının, kapalısının, ilericisinin, gericisinin aynı olduğunu gördüm. Kısaca işin içine menfaat girince yok artık birbirlerinden farkları, al birini, vur ötekine.

“İşin içine para girince herkesin dini aynıdır” sözünü adeta bu günleri görerek söylemiş Fransız bilim insanı Voltaire.

            *          *          *

Kırşehir’de büyük marketlerin birinde bir kızın annesine karşı agrasif ve hoş olmayan konuşma ve tavırlarına şahit oldum. Sonunda dayanamadım ve kızın yanına giderek “Annemi on bir sene önce kaybettiğimi, şimdi kokusuna dahi bulamadığımı, acısının zor olduğunu, ileride pişman olmaması ve üzülmemesi için annesini üzmemesini” söyleyerek aşağıda yazdığım olayı anlattım.

Annesinin bir gözü kör olduğu için annesinden utanan bir genç şunları anlatıyordu.

“Annemin bir gözü kördü. Ben bu durumdan utanıyordum. Annem okula geldiğinde arkadaşlarım benimle dalga geçiyorlardı. Annem aynı zaman da okulumda aşçılık yaparak geçimimizi sağlıyordu. Ancak annemin bu durumu beni rahatsız ettiğinden evden ayrılarak başka şehre yerleştim. Orada evlendim, çocuk sahibi oldum. Mezuniyet törenini bahane edip, annemi görmeye gittim. Ne yazık ki annemin öldüğünü öğrendim. Annem bana verilmesi için bir mektup bırakmış. Mektubu açıp,  okuduğum da şunları yazıyordu.

“Biliyor musun oğlum her zaman seni düşündüm, mezunlar toplantısına geleceğine sevinmiştim. Seni görecek miyim, çok hastayım ve yataktan kalkacak mıyım bilemiyorum.

Gözümün kör olmasından dolayı senin utanç kaynağın olduğum için çok üzgünüm.

Biliyor musun oğlum sen çok küçükken bir kaza geçirdin ve bir gözünü kaybettin.  Anne olarak senin bir gözle yaşamana dayanamadım ve bir gözümü sana verdim.  Sen o gözle benim yerime görüyorsun diye o kadar seviniyordum ki gurur duyuyordum. Annen.”

Fedakar anneyle, nankör oğlunun öyküsünü annesine karşı hoş olmayan sözler söyleyen, agresif tavırlar sergileyen kıza anlattıktan sonra kız derin bir nefes aldı uzun süre sessiz kaldı ve uzaklaştı.

Anadolu içinden kıvrım kıvrım ırmaklar akan, ağıtları alev alev ciğerler yakan analarla doludur. Ana çile yumağı, dert ortağıdır, ana Allah’ın diktiği en sağlam direktir diyen Şeyh Edebali ne güzel söylemiş.  İşte bu direk yıkıldığında hepimizin hayatı da yıkılır ve ben bunu en iyi yaşayanlardanım.