Hayatı anlamak ve kolaylaştırmak için temel gereksinim bilgidir.                                                                       

Bilginin kaynağı da okumaktan geçiyor. Gençlerimize ailede ve okul da okuma alışkanlığı kazandıramıyoruz. Ailelerim de okuyan yok, eğitim sistemimiz ise test ve ezbere dayalı.                                                                                                        

Genç beyinlerimiz, kendilerini geliştirmek için temel gereksinim olan, okuma alışkanlığı kazanamıyor. Toplumumuz da zengin de yoksul da okumayı sevmiyor, veriler de bunu doğruluyor.                                                                        

Dünya da en az kitap okuyan ülkelerden biriyiz.                                                                                                 

Bilginin devrimsel bir özelliği de yoksulların da sahip olabileceği bir şey olmasıdır. Geçmişimize baktığımız da, okuma alışkanlığımızın pek olmadığını görürsünüz.                                                                                                                                  

1692 yılında savaş esiri olarak İstanbul’a getirilen Macar asıllı İbrahim Müteferrika 1728 de ilk defa matbaayı açmıştır. İşin ilginç yönü matbaa zaten İstanbul da gayri Müslimler tarafından 300 yıldır kullanılıyordu. İbrahim Müteferrika matbaasın da 1728–1742 yılları arasında 17 eser basmıştır, bunlardan 11’i tarih, 3’ü dil, 1’i askerlik, 1’ coğrafya ve 1’i mıknatısla ilgilidir.                                                                               Kitap ve okumaya ilgi olmadığı için İbrahim Müteferrika matbaayı bir müddet sonra kapattı.                                                                                                                                     

200 yıl sonra, 1927 de yapılan nüfus sayımında Türkiye’deki yetişkin nüfusun (7 yaş ve üzeri) ancak % 10,5’i okuma yazma biliyordu, bu oran erkekler de  % 17,4’ü ve kadınlarda % 4,6’dıydı.                                                                     

Cumhuriyet kurulduğun da cehalet en büyük sorunumuzdu, bu durumu çok iyi bilen Atatürk şunları söylüyordu; “Milleti kendi benliğine sahip yapmayan, milleti asırlarca kendi hakkında gafil bulunduran hep bu cehalettir. Hükümdarların, şunun, bunun, milleti esir gibi, köle gibi kullanmaları, bütün vatanı kendi özel mülkleri gibi düşünmeleri, hep milletin bu bilgisizliğinden istifade edilmek sayesinde idi. Gerçek kurtuluşu istiyorsak, her şeyden evvel, bütün kuvvetimiz, bütün süratimizle bu cehaleti ortadan kaldırmaya mecburuz” (21. 03. 1923, Konya, Lise Öğretmen ve Öğrencileri ile Konuşma.)  Cumhuriyetin ilk yılların da, Atatürk millet mekteplerini kurarak okuma- yazma seferberliği başlatmıştır.                                                                                                                                WalterRuben’in İÇ ANADOLU’DA KÜÇÜK BİR ESKİÇAĞ ŞEHRİ: KIRŞEHİR yazarın bahsettiği gibi Kırşehirliler de okumaya pek ilgi göstermemişler. Yazar bu konuda Cevat Hakkı Tarım’ın gayretlerini uzun uzun anlatıyor. İnsanlarımız, okumayı sevmez kitap okuyanları da potansiyel suçlu olarak görür. Bunu kendi yaşantım da biliyorum, ortaokul lise yıllarım da ilgimi çekmeyen dersler de sıranın gözlerine koyduğum kitapları okurdum, bunu fark eden öğretmenler kitabı ya alır ya da yırtardı. Fakat bu durum, değişecek gibi gözüküyor.

Gazetelerin yazdığına göre bir yargıç, bir suçluya kitap okuma ve okuduğu kitapların özetini çıkarma cezası vermiş.

Sizleri bilmem ama ben bu cezaya sevindim. Demek ki bazen cezalara da seviniliyormuş. Gazeteci Semiha Şentürk'ün araştırmasına göre, geçtiğimiz yıl 62 kitap hakkında dava açılmış, bu davalardan 25'i hakkında da mahkûmiyet kararı çıkmış. Geçmişimize dönüp baktığımızda kitap yazanı da, okuyanı da sevmemişiz. Edebiyatımızın dehalarından Fuzuli, Yunus’un yaşamına baktığımız da bunu görebiliriz. Her ikisi de yoksulluk için de yaşamıştır.

On iki eylül cuntası okullara gönderdiği genelgelerde, Milli terbiyemize aykırı, ahlak ve aile değerlerimizi yıkmaya matuf kitapların, okul kitaplıklarına konulmaması istenmişti. Okul müdürleri de korkudan kitaplıklara kitap koyamamışlar, okul kitaplıkları da 1930'larda basılmış ve okullara gönderilmiş, kitaplara kalmıştı.

O kitapların da Türkçesi anlaşılmadığı için öğrenciler tarafından pek okunmaz. Okul kitaplıklarını incelediğimiz de, Dünya Klasikleri'nin tamamına yakını Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde basıldığını ve okullara gönderildiğini görürsünüz.

Okul kitaplıklarında, Dünya Klasikleri'ni, bu güzelim eserleri kontrol edeniniz var mı, bilmiyorum. Bu eserlerin tamamına yakınının hiç okunmadığını bitişik sayfaların açılmadığını görürsünüz. Eski kitapların sayfaları birbirlerine birleşikti. Bu sayfalar birbirinden ayrılmadığına göre hiç okunmamış.

Ne garip değil mi? 90 yıl boyunca kitaplıklar da bulunan evrensel kültürün kaynağını oluşturan bu değerler, hiç kimse tarafından merak edilmemiş ve okunmamış.

Yöneticiler de zimmetli olarak birbirilerine devretmiş. Okul kitaplıkları artık kalmadı kalanlar da sağlıklı çalışmıyor. Öğrenciler, sadece ödev için kitap arar, pek çoğu da ihtiyaç duyduğu sayfaları yırtar, kitapların da tüm özelliği böylece yok olur.

Kitap neyse ansiklopedi sayfalarının yırtıldığın görmek insanı üzüyor. Öğrencilerimiz de zevk için kitap okuma alışkanlığı yok denecek kadar azdır. Kitap okumak, ayrı bir tat, ayrı bir zevktir. Kitap okurken, tıpkı bir melodiyi dinler gibi zevk almak, haz duymak, beyinsel doyuma ulaşmak gerekir. Ancak böyle olunca kitap sevilir, okuma anlam kazanır.

Okuma, beyinsel gelişimin, yaratıcı düşüncenin de kaynağıdır. Okumayan insan, kendini geliştiremez, zihninde yeni pencereler, yeni ufuklar açamaz. Kitap, bize yeni güzellikler sunar, hayal gücümüzü geliştirir. Bu konu da Maksim Gorki’nin yaşadıkları güzel bir örnektir; Maksim Gorki, ekmek fırının da çırak olarak çalıştığı günler de yakılmak için bırakılan kâğıtlar içerisinde Tolstoy'un bir hikâyesini bulur. Tolstoy'un bu hikâyesini okuyan fırıncı çırağı derinden etkilenir. Acaba kâğıdın içinde bir şey mi var, büyü mü var, diye kitabın yapraklarını havaya kaldırarak ışığa tutar. Tabi, beyaz sayfalardan başka sadece kâğıt üzerindeki siyah harfleri görür, başka bir şey yoktur. Tolstoy, fırıncı çırağını adeta büyülemiş, onu derinden etkilemiş, ruhunda kıvılcım halinde duran yazarlık meşalesini yakmıştır. Gorki'nin içinde tutuşan küçücük kıvılcım, zaman içerisinde bir volkana dönüşecek, bunun sonunda muhteşem eserler ortaya çıkaracaktır. Gorki örneğinde olduğu gibi kitapları okuyan her insan, kendisinden bir parça bulur. İşte bu eserler, bizim yeteneklerimizi ortaya çıkaran vasıtalardır. Hepimizin kendimize özgü bir dünyası vardır. İç dünyamızdaki bu zenginlikleri ortaya çıkaran, açılmamış kapıları açan yeteneklerimizi ortaya çıkaran kitaplardır. Seyrettiğimiz sanat eserleri, okuduğumuz romanlar zihnimiz de yeni kapılar açar, yaşamımızı zenginleştirip, güzelleştirir. Farklı kültürleri, farklı insanları, farklı dünyaları tanıtır. Farklılıkları tanımak, zihnimizde bulunan tabuları yıkmaktır. Bunun için kapalı toplumlarda yaşayan insanlar hoşgörüsüzdür, dogmaların dışına çıkıp, özgürlüğünü yaşayamazlar. Bizleri dogmaların dışına çıkaran yaşamımızı güzelleştiren sanat eserleridir.

Okumadan ziyade televizyon seyretmeyi seviyoruz, çünkü seyretmek zahmetsizdir. Fakat seyretmek, asla okumanın yerini tutmaz, zihnimizde oyumsuz tatlar bırakmaz.

Okumak, aynı zamanda düşünmek, hayal kurmak, beyinsel anlamada haz duymaktır.