Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi eğitim tarihinin, en güzel ve önemli yatırımlarından biri, bir ışık topu olan Köy Enstitüleriydi. Öyle bir ışıktı ki, yüzyıl ilerisini aydınlatacak bir ışık kaynağına sahipti. Eğer bu kurumlarımızın yaşamasına bu günlere kadar fırsat verilseydi, ülkemiz bambaşka Türkiye olurdu. Bunu sadece ben söylüyor değilim. Birçok eğitim bilimci çeşitli zamanlarda bu gerçeği dile getirmişlerdir. Bu kurum batı ülkelerini taklit eden bir model değil, Türkiye’nin özel koşullarına göre yaratılmış özgün bir eğitim modeliydi. Üzerinde çok düşünülerek, ülke gerçeklerine göre düzenlenmiş bir sistemdi.

Asıl anlatmak istediğim konu Köy Enstitülerinin eğitimdeki işlevidir. Bu konuya geçmeden ve kuruluş aşamasına derinliğine girmeden kısaca birkaç konuya girmek istiyorum. Cumhuriyetin ilanından sonra yapılan incelemelerde 40.000 köyün, 37.000 tanesinde okul ve öğretmen yoktu. Bir eğitim seferberliği gerekiyordu ve bu amaçla 1936 yılında “Köy Eğitmen Kursları” açıldı. Arkasından İzmir, Eskişehir ve Kastamonu’da açılan üç eğitmen kursu köy öğretmen okuluna dönüştürüldü.

Bu seferberlik kapsamında 17 Nisan 1940 yılında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un üstün çabaları ile Köy Enstitüleri kuruldu. 1940-1944 yılları arasında kurulan 20 Köy Enstitüsüne 1948 yılında eklenen Van’daki okulla birlikte 21 Köy Enstitüsü ışıklarını tüm ülkeye saçmaya başladı.

Bu aşamadan sonra Köy Enstitüleri gerçeğine bir bakalım.

Bu okullarda ilk kez kız-erkek karma eğitim ve öğretim uygulandı. Bu çağdaşlığın ve laikliğin ilk köşe taşı uygulamalarından biriydi. Öğrencilere işe dayalı, uygulamalı, laik, çağdaş çok kaliteli bir program uygulandı. Yaparak yaşayarak öğrenme yöntemi ile köye her türlü konularda yetişmiş bir öğretmen olarak gidiyorlardı. Öğretmenlik formasyonunu tam olarak almalarının yanında, tarlada, bahçede üreticilik, kooperatifçilik, hayvancılık, arıcılık, balıkçılık, demircilik, duvarcılık, terzilik, dokumacılık, sağlık gibi daha birçok sanat dalında eğitim alarak göreve gidiyorlardı. Daha açıkçası köylünün her türlü ihtiyacını karşılayan bilgi donanımına sahiptiler. En önemli konulardan biri de, her Enstitünün kütüphanesi olması ve dünya klasiklerinin okunmasıydı. Öğretim, eğitim ve üretim iç içe bir şekilde uygulanırdı. Spor, müzik, folklör Enstitü yaşamının vazgeçilmezleriydi. Burada sayamayacağımız kadar yazar, müzisyen ressam gibi sanat adamları yetişmiştir.

Bu şekilde yetişen öğretmenler dalga dalga yurda dağıldılar. Öğrendiklerini bilimsel bir şekilde köylüye öğretmeye başladılar. Anadolu’da bir reform hareketi başlamıştı. Elverdiği ölçüde okullar yapılıyor, öğretmenler işbaşı yapıyor, köylüde bir aydınlanma ışığı beliriyordu. Bir kalkınma hareketi başlıyordu.

Bu durum feodal toprak ağalarının işine gelmiyordu. Her fırsatta bu okulların işlevini kısıtlama hatta kapatma çabaları başladı. İşin siyasi boyutu da buna eklenince, bu ışık kaynakları karartıldı. Hasan Ali Yücel ve İsmail hakkı Tonguç görevlerinden alınıp yerlerine Şemsettin Sirer ve Tevfik İleri getirildiler. Onlar da kapatma görevlerini yaptılar. 1950 de santim santim budanan bu kurumlar 1952 de işlevini kaybetti ve 1954 de ise tamamen kapatıldı.

Sonuçlarına gelecek olursak; bindiğimiz dalı kestik, elektrik ışığını söndürüp mum ışığına muhtaç olduk. Avrupa ülkeleri bu kurumlara imrenip model olarak kapmaya çalışırken, bizim siyaset fakirlerimiz ve çıkar çeteleri bu kurumların kapatılmasını sağladılar. Aslında geriye çok önemli şeyler de kaldı. Neydi bunlar? Aydınlanma düşüncesi filizlenmişti. Enstitü mezunu öğretmenlerimiz bu aydınlanma hareketine öncelik yapıyor, köyler ve köylülerimiz yavaş yavaş birçok alanda yenileşme ile tanışıyordu. Ardından gelen Öğretmen Okulları da belli konularda Köy Enstitüsü geleneğini sürdürüyorlardı. Ama Türkiye’nin bir gerçeği vardı. Herkesin bir acıma hissi vardı, ama siyasetin yoktu. İşte bu siyaset kendi çıkarı için her şeyi kendi görüşüne uygun hale getiriyordu. Ne acıdır ki, bu siyaset sonunda Öğretmen Okullarını da kapatıp, öğretmen yetiştirmeyi eğitim fakültelerine bıraktı. Orada ise; Edebiyat Fakültesini bitirip te Yaşar Kemal’i bile tanıyamayan öğretmenler yetişti. Daha ne denir ki! İşte Köy Enstitüsü gerçeği ve işte bugünkü eğitim gerçeğimiz. Ağlayamadığım için gülüyorum işte.