Gazeteciye “Dünyada en çabuk bayatlayan şey nedir?” diye sormuşlar, O da, “Haber” diye yanıt vermiş.
Bu yanıtın arkasında somut gerçekler yatıyor. Okuyucu, her gün taze yeni haberler bekler. Afyon kaymağı gibi haber çabucak bayatlar.
Hepimiz bir gün önceki gazeteyi bayatladığı için okumaya değer görmeyiz. Haber taze olmalı. Fırında yeni çıkmış ekmek gibi tazecik!
Taze ekmeğin kokusu nasıl güzelse, taze haber de aynı şekilde güzeldir.
Aç insan gibi, gerçek gazeteci de haberin kokusunu alır. Geçmişte, Ahmet Rasim işte böyle bir gazeteciydi. Taze haberin kokusunu en iyi alan gazeteciydi. Nükte, yergi ve fıkralarıyla Türk Edebiyatı’nda önemli yeri olan Ahmet Rasim, gazeteciliğe başlamasını şöyle anlatır:
“Yazarlığa başladığım ilk günlerde yazılarım yayınlanmıyordu. Bu duruma çok içerliyordum. Nedenini öğrenmek için gazeteye gittim. Karşımda dev yapılı bir insan duruyordu. Önce bunun bir pehlivan olduğunu düşündüm. Bu kişinin Ahmet Mithat Efendi olacağını hiç aklıma getirmemiştim.”
Çekingen bir tavırla:
-Efendim, Ahmet Mithat Efendi’yi arıyorum, kendisi buradalar mı?
Dev cüsseli adam:
-Ahmet Mithat benim. Ne istiyorsun? Deyince, Ahmet Rasim şaşırır, kekeler, kızarır, bozarır. —Efendim. Ben deniz yazar olmak istiyorum sözleri ağzımdan dökülüverir.
Ahmet Mithat:
_Sen kimsin? der.
—Ben Ahmet Rasim, efendim yanıtını verir.
Ahmet Mithat Efendi, kendisine şu öğütte bulunur:
“Seni bu halinle ancak dizgi evinde çalıştırabilirim. Daha yazar olabilmek için 40 fırın ekmeğe ihtiyacın var. Önce bir yabancı dil öğren. Yazdıklarını hemen beğenme, defalarca oku. Kültürünü arttır.”
Ahmet Rasim, usta gazeteci Ahmet Mithat’ın bu öğütlerine sıkı sıkıya bağlı kalır. Fransızcayı öğrenir. Sistemli, bilimsel çalışma biçimini gazetecilik ve edebiyat alanına ilk defa o getirir. Ahmet Rasim’in meşhur “Taş Oda”sının alt yapısı işte bu günlerde oluşur. Anlatılanlara göre, Ahmet Rasim’in “Taş Oda”sının içi kitap doluymuş. Yazma isteği geldiği zaman bu odaya girer, 8–10 saat çalışırmış. Ancak, yorulduğu, bıkıp usandığı zaman bu odadan çıkarmış.
Ahmet Rasim, Türk gazeteciliğinin duayenlerinden biridir. Bir konuyu iyice anlamadan, etraflıca araştırıp incelemeden kaleme almadığını söyler.
Ahmet Rasim (1864–1932), Osmanlı’nın son döneminde, Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamıştır. Onun yaşadığı yıllarda, Avrupa’da okur-yazarlığın en düşük olduğu yer, Osmanlı İmparatorluğu idi. Aynı yıllarda Avrupa’nın tamamına yakını yaygın eğitim kurumlarına sahipti.
Osmanlı’da gazete, sadece İstanbul’da çıkarılıyordu. O da, sınırlıydı. Ancak, erkeklerin yüzde 11’i, kadınların yüzde 3’ü okuma-yazma biliyordu.
Ahmet Rasim, bir yandan sansüre uğruyor, sürekli Divan-ı Harp’e veriliyordu.
Tüm bunlara rağmen yazmaya devam ediyordu. Anı, fıkra, makale, hikâye, şiir ve romanları ile toplumu aydınlatmaya çalışıyordu.
Gazetecilik tarihinde, Ahmet Rasim’in günlük fıkralarda çok özel bir yeri vardır. Ahmet Rasim, yazılarında ünlü bakanlardan Hasan Rami’nin adını, H. Rami diye yazıyordu. Ahmet Cevdet Paşa, bir gün bunun nedenini sorar. Ahmet Rasim, gülümseyerek şöyle der:
-A efendim, 10 parası yokken, iki yılda Karun kadar zengin olan bir bakana, harami denilmezse, başka kime denir?
Türk basınında bir Ahmet Rasim geleneği var. 40 yıl gazetecilik yapmış. Atatürk onun milletvekili olmasını istemiş. Atatürk’ün isteği üzerine milletvekili olmuş, haksızlıkları, hırsızlıkları, yolsuzlukları eleştirmiş, gazete yazıları ile toplumu aydınlatmaya çalışmıştır. Dürüst bir insan olarak yaşamış, geride dürüstlüğünü bizlere miras bırakarak ölmüştür.
Bugün medya, Ahmet Rasim’in 100 yıl önce yaptığı gibi görevini yapıyor mu? Yalana ve iftiraya başvurmadan denetim görevini yerine getirebiliyor mu?
Kurumlarımızın tam yerli yerine oturmadığı ülkemizde, siyaset-medya ilişkisinin iyi izlenmesi gerekir. Kamu ilanları ile desteklenen “çok sayıda besleme medya”, halkımızı gerçekten aydınlatabiliyor mu? Her kurum gibi medyada denetlenmeli.
Bu denetimi yapacak güç yine medyanın kendisidir. Medya, kendi kendini sorgulamalıdır. Medyanın bağımsız yayın yapmasını sağlayan en önemli güç okurlarıdır. Toplumda yolsuzluk, üçkâğıtçılık, kurnazlık ve her türlü sahtekârlıkla mücadele etmek, gazetelerle birlikte hepimize düşen insanı ve ahlaki bir görevdir. Bu sorumluluk, sadece belli kişilerin ve kurumların değil, hepimizindir. Çünkü bu ülke hepimizindir. Dürüst ve onurlu bir yaşam insan için nasıl güzelse, gazetecilik için hem güzel, hem de gereklidir.
Anayasamızın 25 ve 26. maddelerine göre, her yurttaş, haber alma ve görüşlerini özgürce açıklama ve anlatma haklarına sahiptir. Bizim nesil, gazete haberleriyle büyüdü. Üniversite yıllarımda harçlığımı çıkarmak için gazete sattım. Arkadaşlarla gazete çıkardık. Yıllardır gazetelerde makaleler yazıyorum. Kısaca gazetelerin benim hayatımda özel bir yeri var. Fakat bugün gazeteler, büyük sorunlar yaşıyor. Gazete okurları, hızla azalıyor. Bunun nedeni de gazetelerin eskisi kadar baskı sayısı yapmaması. Sokakta, caddede elinde gazete olan genç görüyor musunuz? Ben pek göremiyorum. Gençler, gazete okumuyor. Geleceğimizi kuracak olanlar, gazete okumadığı içinde, gazetelerin de geleceği parlak gözükmüyor.
Gazeteler, gençlere cazip gelmiyor. Gazetelerin geleceğini zaman gösterecek. Günümüz gençlerinin gazeteden anladıkları haber değil, köşe yazıları. Gençlerin ilgisini çekenler de sadece popüler köşe yazarları. Belki de hayallerini köşe yazarları süslüyor.
Gençlerin köşe yazarlarının güvenilirliğini, dürüstlüğünü, öngörüsünü sorguladığını sanmıyorum. Herhalde onların tercihlerini belirleyen toplumsal koşullanmalar. Gençlerin nesnel ve doğru yargılara ulaşması için sağlıklı, güvenilir bilgilere ihtiyaçları var. Güvenilir bilgi, gençlerin fazla ilgisini çekmiyor. Bunun için de sorgulamayı sevmiyorlar. Sorgulama, hayatın özüdür. Bilhassa gençlerin çılgın dönemlerinde haberi, makaleyi sorgulamaması, sağlıklı bilgi edinmelerini de engelliyor. Kısaca gazeteler satmıyor, satmayan bir malı da patron üretmez.
Bu konuda dünyanın en büyük medya patronlarından RupertMurdoch, şöyle diyor:
“Gazeteler, yayın hayatına başladıkları günden beri okurun istediği haberleri verdikleri için geliştiler. Bugünkü çöküşün nedenini teknolojiye yüklemeyelim. Müşterisinin istemediği yemekleri bir yapan bir restoran gibi bizde çöküyoruz.” (Blogdan al haberi – Zeynep Atikkan-Aslı Tunç sf. 13)
Doğanın değişmeyen yasası şudur:
İhtiyaçlarımızı karşılayan araçlar ve kurumlar, varlığını devam ettirir, ihtiyaçlarımızı karşılayamayanlar da tıpkı hattatlar, bakırcılar ve kalaycılar gibi tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alırlar. Türkiye’de de Murdoch’un söylediği gibi gazeteler aynı sorunu yaşıyor. Şu küçük şehrimiz de gazetelerin ne sorunlar yaşadığını, görüyor, duyuyor, izliyor ve üzülüyoruz. Canım oğlum, son günlerde basınla ilgili çıkan üç kitabı internetten almış ve bana göndermiş. “5NE 1KİM” medyanın mutfağında sansür ve oto sansür hikâyeleri – Mustafa Alp Dağıstanlı. “ABLUKA” – medya nasıl teslim alındı? – Mustafa Hoş “BLOGDAN AL HABERİ” – demokrasi ve gazetelerin geleceği üzerine –Zeynep Atikkan-Aslı Tunç.
Gazeteciliğin duayenlerinden Zeynep Atikkan ve Bilgi Üniversitesi profesörlerinden Aslı Tunç’un birlikte yaptığı çalışma medyanın geleceği konusunda enfes bir ürün ortaya koymuş. Okumanızı tavsiye ederim. Geleceğin Türkiye’si bilgiyle inşa edilecek. Bu bilginin temelinde yalakalık ve dalkavukluk değil bilimsel bilgiler olacaktır. Kılavuzu bilgi olmayanlar, bir gün gelir tükenir. Bu geçmişte böyle olmuş, gelecekte de böyle olacaktır. Bilgi safsataları, hurafeleri ayıklayarak yoluna devam edecektir.
İnsanların haber alma ihtiyacı, hep olacaktır. Geçmişte olmuş, gelecekte de olacaktır. Haber alma ihtiyacını karşılayan kurumlar, araçlar değişmiş ama ihtiyaç değişmemiştir. Haber alma hakkı, özgür bireyin temel haklarından biridir. Bu haber, doğru haber olmalıdır. Merak, insanın doğasında vardır. İnsan, hep merak eder.
Yüzyıllar boyunca haber ihtiyacını, güvercinler, mektuplar karşılamış. Mektup, en önemli haberleşme aracı olarak tarihte yerini almıştır. Yazılı edebiyat tarihinde mektubun eşsiz örnekleri vardır. Şu dizelerdeki özlemi, hasretliği Aşık Veysel ne güzel anlatmış:
“Yeni mektup aldım gül yüzlü yardan,
Gözetme yolları gel diye yazmış.
Sivr(i) alan köyünden bizim diyardan,
Dağlar mor menevşe gül diye yazmış,
Beserekte Lale Sümbül yürüdü,
Güldedeyi çayır çimen bürüdü,
Karataşta kar kalmadı eridi,
Akar gözüm yaşı sel diye yazmış.
Kokuyor burnuma sivr(i) alan köyü,
Serindir dağları, soğuktur suyu,
Yar mektup göndermiş yadigar deyi,
Gözünün yaşını sil diye yazmış.”
Mektup, gurbetten haber getirmiş, özlemleri dindirmiş.
Mektup, aynı zamanda geçmişimizi anlatır.
Mektup, insanlık tarihinin temel öğelerinden biridir.
Mektup, haber getirmiş, haber götürmüş. Haberin klasik formülü 5N1K’dır.(ne, nerede, nasıl, neden, ne zaman ve kim?) Medyamızda bu 6 ilke bir arada görülmez. İktidarlar, hep kendilerine destek veren basını yaşatmaya çalışır.
Gazetecilik zor iştir. İktidarlar her zaman doğru haber veren gazeteleri baskı altında tutmuşlardır. İlk gazetecimiz Agâh Efendi (1860) ve yazarı Şinasi siyasi baskılar nedeniyle gazeteciliği bırakmak ve Fransa’ya gitmek zorunda kalmışlardır. Bu gazeteciler, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sorumlu tutulmuş ve haklarında soruşturma açılmıştır.
Haber alma hakkı, kutsaldır.Yasaların güvencesindedir. Yöneticiler de bu yasaları uygulamakla sorumludur.Haklarını bilen ve kullanabilen bireyler, demokrasiyi yaşatırlar.
Özgür, bilinçli bireylerin olmadığı toplumlarda demokrasiler de yaşamıyor, yaşatılamıyor.