“Her yılbaşı davetli olduğu yere gitmeden, ayakları onu bu tarafa sürüklerdi. İşte yine, iskeleye inmeden buraya gelmişti. Ağaçların ötesinden bir ses yükseldi. Saim durdu. İnsan bir yüzü, bir çehreyi unutabilir. Bir sesi asla.
Kendi kendine “Muhakkak odur” diye parmaklığa doğru yürüdü. İlerde, ağaçlar arasından köşkün aydınlık pencereleri görülüyordu.
Saim alnını parmaklıklara dayamış, bu modası geçmiş şarkıyı dinliyor, alelâde bir güftenin, bazan ne değişmez hakikatler ifade edebileceğini düşünüyordu. “Hasretin gönlümde lâkin, kimbilir sen nerdesin?” Saim, uzak, çok uzak bir saadeti koklar gibi oluyordu ve bir isim dudaklarını yaktı: Zehra!
Hatırlıyor. 1926 senesi idi. Kadın-erkek eşitliği yeni ilân edilmişti. Saim, Zehra’yı Kadıköy vapurunda uzaktan görür, tanırdı. Sonra yan yana oturabilmişler ve o yılbaşı gecesini Gardenbarda beraber geçirmişlerdi.
Fakat Saim, Zehra’nın kendisine bağlanışını ciddiye almıyordu. Onu küçümsemeye başlamıştı. Zehra, bunu hissettiği gün, artık kendisini görmek istemedi, kaçtı, gizlendi. Önceleri Saim, buna pek aldırış etmedi. Lâkin aradan altı ay geçince, onun hayatında ne mühim bir yer işgal ettiğini anladı, amma aylar, seneler geçti. Zehra artık onun için ölmüştü. Artık sadece, her yılbaşında, Saim, bir kabir ziyaret eder gibi, onun evinin önünden geçiyordu ve bu akşam, kabirden işte bu ses yükselmişti.
Saim içeri girmek için kapıyı itti. Açılmadı. Asabileşti. Eskiden olsa, atlayabilirdi. Şimdi? Birden aklına kapıyı çalmak geldi. Gülümsedi. Daha önce neden düşünememişti? Çıngırağı hızlıca aldı. Bir kaç dakika sonra, bir bahçıvan göründü.
--- Zehra hanımefendi buradalar mı?
--- Evet efendim.
Cebinden kartını çıkarıp uzattı:
---Sorar mısınız, birkaç dakika için kabul ederler mi?
Bahçıvan uzaklaşırken düşünüyordu. Demek görebilecek, orada. Yirmi küsür yıllık bir ayrılık bir anda bitecek. Saim, geçen bu yılların her günü Zehra’yı andığını, onu aradığını idrak etti. Haberi olmadan. Amma şimdi bir başkası varsa! Koca sersem, bu da mı şimdi aklına geliyor! Bir başkası varsa, bunda Zehra’nın zerrece kabahati yoktu. Ne yapmalı? Ne mi yapacak, razı olmaktan başka çare mi var?
--- İçeri buyurunuz efendim.
Saim, bahçıvanın arkasından, bir rüyadaymış gibi yürüyordu. Onu bir odaya aldılar. Paltosunu çıkarmadı, yakasını kaldırarak, boyun atkısını itina ile örterek, smokinli olduğunu gizlemeye çalıştı. Amma oturup beklemeye başlayınca, gözleri ayakkabılarına ilişti, yapılacak bir şey yoktu, daldı, kaldı.
Ne kadar bekledi? Birden bir rahatsızlık duydu. Gözetleniyormuş gibi bir hisse kapılmıştı. Yoksa kendisiyle eğleniyorlar mıydı?
Sinirlendi, gitmeye karar vererek kalktı. Tam o esnada, kapı açıldı, içeriye bir genç kadın girdi:
---Zehra!
---Aldanıyorsunuz, ben Zehra değilim, ben…
Bu ses onundu, sima, tavırlar onundu. Senelere rağmen değişmemişti. Nasıl olup da eski tazeliğini, edasını, güzelliğini muhafaza etmişti. Bir şeyler söylemek istemiyor, kurumuş boğazından tek kelime çıkmıyor, sadece bakıyordu.
--- …Ben kızıyım. Zavallı anneciğim… Teyzelerim ona çok benzediğimi söyler dururlar.
Saim, başı önünde, ilk gençliğinin bu canlı tasviri karşısından ayrılmak istemiyormuş gibi, ağır adımlarla odadan çıktı. Ağaçlar arasından demir parmaklıklı kapıya ilerlerken, gözleri, ayakkaplarının her adımda yer değiştiren uçlarına dikili idi. Amma bu sefer, yan odalardan birinin perdesinin kımıldadığını hissedemedi, aralığından, buruşmuş yüzünü saklamaya itina eden Zehra’nın yaşlı gözlerle kendisini takip ettiğini göremedi.”
[Okuduğunuz bu hikâye 1949 yılının yılbaşında Yeni İstanbul Gazetesinde ‘Kuloğlu’ imzası ile yayımlanmıştır]
****
Yılın bu son gününde Saklı Kalan Şiirler köşemizde ilk olarak Sabahattin Kudret Aksal’ın 1962 yılında yazdığı bir şiiri yayınlıyorum.
YENİ GELEN GÜNE TÜRKÜ
Merhaba yeni gelen gün
Gökyüzünde belirsiz aydınlık
Denizde çivit mavisi
Merhaba yaşam gücüm.
Hadi bakalım başla işine
İlk vapuru, ilk treni
İlk uçağı kaldır
Dünyamızın çarkı dönsün.
Şu çarpan yüreğimizin
Umudunun sende olduğunu bil
Bil de ona göre davran
Getireceğin mutluluğu getir.
**
İkinci şairimiz Naci Kalpakçıoğlu; edebiyat çevresindeki bilinen adıyla Fethi Naci… Şiir 1945 yılında yayınlanmıştır.
BAHAR MEKTUBU
Tabiat pek cömert, insanlar iyi…
Mesudum, içimde bir ferahlık var;
Bu yemyeşil mevsim, bu eşsiz bahar!
Öpüşlerle dolu bu ılık rüzgâr
Ne güzel, yaşamak, sevmek her şeyi.
Ölüm istemiye hiç niyetim yok!
Ruhumu yaşamak arzusu döker;
Yıldızlar, bulutlar ve sonsuz gökler
Benim için bu yol, bu güneş, bu yer,
Benim bu dünyadan şikâyetim yok!