İnsan niye yazar ki; bu kadar çürümüşlüğü, yozlaşmışlığı… Elbette sadece kendisi için yazmaz. Öyle olsaydı okurlarla buluşturmak için hiçbir çaba harcamazdı. Veya paylaşmak için hiçbir zahmete katlanmazdı. Belki de tanıklığımızı emanet olarak bırakmak için yazıyoruz. Veya en azından ben öyle düşünüyorum. Veya yazı ile mutsuzluğumuzu seyreden dünyaya karşı var oluş halimi ifade etmek içindir edebiyatım. Politikanın sıradanlığından, sefilliğinden uzak durmak için belki de bir sığınaktır edebiyat. Bunu hayatın gerçeklerinden kaçış olarak değerlendireceklere cevap verme gereği de duymuyorum.
Yazmak zor iştir. Ancak okuyucu ile buluşmak, buluşturmak heyecan verici bir serüvendir. Belki de bu serüvenin çekiciliğidir beni sürükleyen. Ancak objektiflik ve nesnellik elbette yazarın ayrılmaz ilkesi olmalı ki yolculuk huzurlu olsun. Dürüstçe, hilesiz, yalansız bir yolculuk emanete anlam kazandırabilir. Aksi durum saman alevi gibi parlayıp sönmesidir, kaybolmasıdır.
Okuyucunun algılaması ve yorumlaması ile kendisini yormadan yolculuğunu sürdürmeli ki düşünceleri anlamlı olsun.
Yazarken kendimi savunma derdim hiç olmadı. Neyi, nasıl hissediyorsam, algılıyorsam öyle yazmaya çalışıyorum. Bu benim dünyam, bakışım, düşüncem diyorum. Sahte yüzlerden, içten pazarlıklardan, kurnazlıklardan, yaranmalardan uzak. Ancak şu gerçeğin altını özellikle vurgulamakta da yarar görüyorum; bazen oto sansür uygulamak zorunda kaldığımı da. Acıtıcı olmakla birlikte… Bunu korunma içgüdüsü ile yaptığımı düşünenleriniz olacaktır. Değil. Bütün içtenliğimle söyleyebilirim ki; yaralarımızı her zaman, her durumda paylaşma isteği veya cesaretini göstermeyebiliriz. Kendimize sakladığımız ----bir yerlerde yazmıştım---en yakınlarımızdan da sakındığımız yaralarımız vardır. Belki de onları üzme, incitme endişesi ağır bastığından. Elbette insan onurunu koruyan ve şiddeti, ırkçılığı yüceltmemek koşuluyla sınırsız yazım özgürlüğünden yanayım. Hiçbir yazarın yazdıklarından dolayı cezalandırılmasını istemem, kabul da etmem. Böyle bir uygulamanın onur kırıcı olduğunu belirtmek isterim. Okuyucudan da yazarı anlayışla karşılama isteğini bekleme hakkımın olması gerektiğini düşünenlerdenim.
Okurun eleştirel yaklaşımını, değerlendirmelerini anlayışla karşılayıp, önemsemekle birlikte yazarı ele geçirme teşebbüslerini, ona hüküm etmesini kabullenemiyorum. Okuru önemsemiyorsan niye yazıyorsun ki diyen sesleri duyar gibiyim. Herhangi bir polemiğe girmeden onlara bir kaç cümleyle yanıt vermek isterim. Yazarda bir çocuk vicdanı olması gerektiğine inanıyorum. Saf, berrak, çıkarsız bir vicdan diyebilirsiniz. Yazarda o öz vicdani tohum yoksa filizlenmeyeceğini, yeşermeyeceğini düşünüyorum. Ayrıca bazı denemelerimde değinmişimdir; yazarın her durumda taraf olması gerektiğine. Taraf olmanın militan bir dille, siyasal bir aktör olarak yaklaşmak anlamına gelmeyeceğini de…
Yazar bu gezegenin, bu ülkenin, bu toplumun bir parçasıyken ve yaşananlarla içiciyken ondan kaçınamaz. Yaşadığı tanık olduğu haksızlık, hukuksuzluk, ahlaksızlık, çürümüşlük ile birlikte ışıltıları, gülümsemeleri, sevinçleri, coşkuları da yazmakla yükümlüdür. Bu onun vicdani sorumluluğudur. Bu sorumluluk duygusu yazılarıma sirayet ederken, fiilinde haksızlığa karşı duruş göstermeme engel oluşturmaz. Her sorumluluk sahibi yazanın toplumsal sorunlara duyarlı olması gerektiğine de inanıyorum.
Kendi iç dünyamı anlatmaya çalışırken doğanın kendisine de yolculuklar yapmaya, toplumsal gelişim ve değişimlerin evreleri ile ilgili değinmelerde bulunmaya çalışıyorum. İnsanlığın mülkiyetle buluşması kadar eski olan kötülüğe karşı vicdanımı terk etmemeyi, vicdanları uyarmayı önceliyorum. Bu çabamı bireysel karşı çıkış olarak yetersiz görüp dudak bükebilirsiniz. Yazar olarak elimden gelen bu, ne diyebilirim. Bireysel bir haykırışı toplumsallaştırma derdindeyim. Mutluluğu, sevinci, iyimserliği, umudu çoğaltmaya çalışıyorum. İnsanları derin düşüncelere sürüklerken, insanda acıma duygusunu da uyandırmayı amaçlıyorum. Ayrıca bir böcek misali; ezilen, horlanan, aşağılanan ve birçok yerde yok sayılan varlığı ile insana dokunan, onu hatırlatmayı yazmayı ilke ediniyorum.
Her hikâye dünyayı, yaşamı anlamlı kılmayı amaçlar. Kelamla çıkılan yolculuk sonrası nesneler anlam kazanır. Kelam yoksa nesne de yoktur. Kör ve sağır olurdu nesneler. Bir gorilin baş döndürücü görüntüsünden başka bir değeri olmazdı. Her hikâye biraz da insanlığı körlükten kurtarma, dünyayı anlama çabasıdır. Kelamın yokluğu tanrısal ve uhrevi bütün inançların da anlamsızlığına dönüşürdü. Ayrıca her hikâyenin farklı mekân ve zamanlarda geçmesi farklı kahramanlarla olan yolculuğundan dolayı da nesnellikten kopma ihtimali vardır. Ruhumuza sirayet etmesi, orada farklı izler bırakması, etkileri de farklıdır.
Anlatılan hikâyede; adalet duygusu yerini bulmuşsa, vicdan yerleşmişse sonuçta kim kazanırsa kazansın, isterse iyilik geçici bir yenilgiyi tatmış olsun, nesnellik hikayede hakim olmuşsa amaç hasıl olmuştur. Okuru kendi mecrasında, kendi dünyasında, kendi inancıyla bir bütün olarak kendisiyle baş başa bırakmak. Ancak, birazcık ta olsun eleştirel bir bakışa yönelmesini sağlamaktır. Kendimi hâkim kılmak değildir.
“Vicdanın sesi, kalbimizde konuşan Tanrı’nın sesidir.”