“Hayatta en kolay verilen şey nasihat, en zor verilen şey vergidir.”

Vergi; devletin ve devletten vergilendirme yetkisi almış diğer kamu idarelerinin, hukuksal baskı altında, ödeme güçleri oranında, karşılıksız ve nakit para olarak almış oldukları iktisadi değerlerdir.

Verginin bu tanımını maliye meslek lisesinin 1. sınıfında gördüğümüz Kamu Maliyesi dersinden hatırlıyorum. Bu derste bir de özel teşebbüslerin kamu yararını pek düşünmedikleri, rekabet koşullarında daima tasarruflu ve planlı hareket ettikleri aklımda kalmış…

Ortaokulda Vatandaşlık Bilgisi isimli dersimizde ders öğretmenimiz Mustafa Yıldız’ın verdiği şu örneği hiç unutmuyorum: “Bir minibüse bindiğimizde bizim ödevimiz ulaşım ücretini ödemek, şoförün ödev ve sorumluluğu ise bizi ineceğimiz yere kadar sağ salim götürmektir. Her iki taraf için de ödev ve sorumluluk vardır… Hayat çoğunlukla ödev ve sorumluluk üzerine devam eder… Yani devletlerin de halkına karşı, halkın da devletine karşı ödev ve sorumlulukları vardır…”

Beşeri halde yaşarken en yakın akrabamız, komşumuz ile evlerimizin, toprağımızın sınırları arasında bir duvar örüyoruz, bu da yetmiyor, tellerle çeviriyoruz o duvarı, hâlbuki en yakınımız olan kişiye karşı yapıyoruz bunu, dünya hâli bu, en yakınımız düşman olabilir belki de.

İnsanın içinde bulunduğu en küçük organizasyon yapısında bile önceliği kendi güvenliğine, korunmasına ihtiyaç hissettiği bir düzende, en büyük organizasyon yapısı olan devletler, sınırlarını korumak için neler yaparlar? Güvenlik ve savunma harcaması yapmak işte halkının can güvenliğini sağlamak için yapılan masraf kalemleridir.

Bunun için ve halkına birçok kamu hizmeti verebilmek için devletler hizmet verdiği insan topluluklarından yapmış olduğu masrafa katılmalarını talep eder ve bu anayasanın ve yasaların çizdiği sınırlar içinde olur. Vergi karşılıksız alınır, hangi kamu hizmetine harcanacağı belirtilmez, tüm kamu hizmetlerinin yerine getirilmesi için toplanır…

Yeni Sabah Gazetesi'nden, 1950 yılı: 
---- Biraz tebessüm etmez misiniz?
---- İmkânı yok, şimdi vergi dairesinden geliyorum!...

  Bu haftaki Saklı Kalan ilk şiirimiz Mehmet Kemal Kurşunluoğlu’na ait:

Bir tencere kaynar ocakta

Et mi kaynar, dert mi kaynar

Bilinmez.

Bir adam gezer sokaklarda

İşi var mı, gücü var mı

Sorulmaz.

Ekmek umar, aş umar evdeki

Bulunsa da, bulunmasa da

Darılmaz.

Çağırırlar, çağırırlar da dostlar

Karlı dağlar ara yerde

Varılmaz.

**

İkinci şiirimizin unutulmuş şairi Aziz Behiç Serengil, yıl 1944.

SULARI GÖRÜYORUM

Suları görüyorum.

Gölgesinde suların

Yıkanıyor, yıkanıyorum.

Suları görüyorum:

Bir şadırvanım varmış,

Dört yanından şıkır şıkır

Aydınlıklar boşalır,

Güzel günler akarmış.

İnsanlar gülermiş gölgesinde,

Billûr sorguçlu fiskiyeler

Serpilir, açılırmış üzerinde.

Bir sıcak dünyanın bir yerinde

Dururmuş, çeşmelerim, taslarım

Doldurur içermiş şehre her giren

Ve kalbim her dolan tasla beraber

Yaralı kuşlar gibi kanad çırparmış.

Suları görüyorum.

Ruhumda bir tatlı rüzgâr var esen…

Havuzlar mı desem, denizler mi desem;

Öylesine kokuyor sular yosun yosun.

Suları görüyorum.

Ama sen, susuzluğum sen dinmiyorsun.

**

Üçüncü şiirimiz Baha Galip Tunalıgil’e ait, 1954 yılına gidiyoruz:

BİR GİDİŞ VARDIR

Bir gidiş vardır sabahlara karşı

Bir gidiş vardır

Güneş denize inerken

Ay, düşünürken suda

Bir gidiş vardır

Geceler boyu

Uykuda.

Bir gidiş vardır yönü bilinmez

Bir parça götürür bizden

Bir parça koparır

Düşüncemizden.

Bir gidiş ki günler boyu

Sıyrılır içimizden.

Bir gidiş vardır canım kardeşim

Yaşanılmaz yeniden.