Bu yazıyı yazmamın bir nedeni var. Son günlerde medyada minik sahipsiz dostlarımızla ilgili okuduğum, izlediğim, duyduğum her şey kalbimde ağır bir yük bıraktı. Sosyal medyada dolaşan haberler, paylaşılan görüntüler ve sessizce yok sayılan canlar içimde derin bir sızıya dönüştü. Susarsam, görmezden gelirsem, o küçücük hayatlara bir kez daha haksızlık yapmış gibi hissedeceğimi biliyorum. Bu yüzden bu satırlar bir isyan değil; bir kalp çağrısıdır.

Bir sokak köpeğinin gözlerine hiç uzun uzun baktınız mı? Hani insanın içini acıtan o bakışlar… Ne bir şey ister, ne de şikâyet eder. Sadece “buradayım” der. Sadece yaşamak ister.

“Sokak hayvanlarının tedavisi yasaklandı” iddiaları, belki de en çok onların sesini daha da kısmaya yaradı. Çünkü biz tartışırken, onlar üşüyor. Biz maddeleri konuşurken, onlar acı çekiyor. Ve biz “yetki kimde?” diye sorarken, bir can daha sessizce bir köşede yok olup gidiyor.

Bir canın “sahipli” ya da “sahipsiz” olması, acıyı daha az hissettirmez. Açlık, korku, hastalık… Bunların hiçbiri etiket sormaz. Sokakta yaşayan bir canın kapıdan geri çevrilmesi, aslında insanlığın da o kapıdan geri çevrilmesidir.

Veterinerler yalnızca meslek yapan insanlar değildir. Onlar, cana dokunmayı seçmiş yürekli insanlardır. Ettikleri yemin, kâğıt üzerinde değil, vicdanın tam ortasındadır. O yüzden bir veterinerin “yardım edemem” demeye zorlanması, sadece bir meslek grubunu değil, hepimizin kalbini yaralar.

Bu mesele yalnızca hayvanların meselesi değil. Bu bizim kim olduğumuzla ilgili. Hangi tarafta durduğumuzla ilgili. Güçsüzden yana mı olacağız, yoksa sessiz kalıp yok sayanlardan mı?

Çünkü bir toplum, sokaklarında en çaresiz olana nasıl davrandığıyla ölçülür. Ve bir canın hayatı, hiçbir yasa maddesinden daha önemsiz değildir.

Ben bunu bir gün kendi evimde çok yakından yaşadım. Çocuklarım bir gün okul dönüşü, titreyen küçücük bir köpek yavrusu buldular. Avuçlarının içine sığacak kadar minikti, gözleri korkudan ve çaresizlikten kocamandı. Onu kucaklarına aldıklarında, sanki evimizin içine yalnızca bir yavru değil, bir sorumluluk, bir umut da girmişti.

Hep birlikte veterinere götürdük. Çocuklarım kapının önünde nefeslerini tutarak beklediler. İçeriden gelen her ses, her adım onlar için bir mucize gibiydi. Günlerce mamasını kendileri hazırladılar, suyunu tazelediler. Sabah uyanır uyanmaz ilk sordukları şey “iyi mi?” oldu. Tedavi sürecini bir masal gibi değil, gerçek bir mucize gibi takip ettiler. Onun biraz daha güçlendiğini gördükçe, kalplerinin de büyüdüğünü fark ettim.

O minik can iyileştiğinde, sadece bedenine değil, bizim ruhumuza da bir şeyler olmuştu. Çocuklarım o gün merhametin ne demek olduğunu kitaptan değil, kalpten öğrenmişti.

Şimdi önümüzde uzun ve soğuk bir kış var. Sokaklar daha sessiz, rüzgâr daha keskin, geceler daha karanlık olacak. Biz sıcak evlerimizde kaloriferin yanına sokulurken, kaldırımlarda titreşen canlar hayatla aralarındaki ince bağı korumaya çalışacak. İşte tam da bu yüzden, vicdanımızı susturmanın değil, daha da yükseltmenin zamanıdır.

Belki de bugün yapmamız gereken tek şey şu: Bir kapı daha kapatmamak. Bir bakışı görmezden gelmemek. Ve “bana ne” dememek…

Onlar konuşamıyor.

Ama biz konuşabiliriz.

Ve susmamak, bazen en büyük merhamettir.