2000’li yılların başıydı. 2000 yılına girdiğimizde bu yıla “milenyum” deniliyordu. Bunun anlamı ise yeni bir yüzyılla birlikte aynı zamanda yeni bir bin yıla girdiğimizi simgeliyordu. İşte bu yıllarda halkın eğlencesi, elli yıldan fazla olduğu gibi beyaz cam yani televizyondu. Televizyonda da bir yarışma programı başladı. Bir şarkı yarışması olarak tanıtıldı. Bu programı belki bir saat bile izlemişliğim yoktur. Ancak ülkede en çok konuşulan, en çok ses getiren programlardan biri olduğu için az çok bir bilgiye sahibim. Programda –kazansın ya da kazanmasın- aykırı bir hareket yapan yarışmacı popüler oluyordu. Kaybetse bile kendisine kaset teklifleri geliyordu.
Ve aradan geçen yaklaşık 25 yıla rağmen program sunucusunun kaybeden yarışmacıya hitaben söylediği o cümle hâlâ aklımdadır: “Seni hiç unutmayacağız.” Ne yapmacık bir cümle idi! Şimdi o her kaybeden yarışmacıya “Seni hiç unutmayacağız.” diyen dönemin çok popüler sunucusunu sokağımızdan geçse tanır mıyız? Oturduğumuz bir mekânda yan masamızda bulunsa hatırlar mıyız? Kendisi de unutuldu, o gariban yarışmacılar da…
Hayat yolculuğumuzda çok kez karşılaşırız bu cümle ile; okulda, askerde, iş hayatında… Vedalaşırız… “Seni hiç unutmayacağız.” deriz. Bir ararız, sonra iki ararız, vazgeçeriz. Yeterince dertlerimiz, dünyalık meşguliyetlerimiz vardır. Yeni dostlar ediniriz. Yıllar geçer ağlaştığımız o dostların adlarını da unuturuz, yaşadığımız küçük hatıraları da. Belki unutmayız bazı şeyleri ancak gerilerde kalmıştır, dönüşü de yoktur.
Yıllar geçer, bir masa da tesadüfen bulunuruz, bir düğün ya da cenaze vesilesiyle.. Yıllar o dostun yüzünden çok şey götürmüştür, ancak gözlerden tanırız onu… Ancak ortak yaşananlar gitmiştir bellekten, artık istesek de yakın olamayız, yollar ayrılmıştır. Bizi bir araya getiren neden de, mecburiyet de ortadan kalkmıştır. Biz ise kendimizi yeni bir telâşın içinde buluruz…
*
“Aldous Huxley bir yazısında Homeros’un Odise’sinden söz eder: Gemi batar, insanların çoğu boğulur, ama bir kaçı da karaya ulaşır. Herkes yakınlarını yitirmiştir; kimi oğlunu, kızını, kimi eşini… Ağlarlar, dövünürler. Sonra birden acıktıklarını, susadıklarını duyarlar. Acılarını bir yana bırakıp kendilerini düşünürler.”
**
Yaklaşık beş ay ara verdiğim köşemde sıra geldi “Saklı Kalan Şiirler”imize… Bu hafta ilk şiirimiz Kırşehirli olan, Kırşehir’de doğup büyüyen Cahit Obruk’a ait, yıl 1958.
GÖZLERİNDE
Seni gözlerinle tanıdım
Simsiyah bir dünyada, pırıl pırıl
Bir şey vardı gözlerinde, soramadığım
Bakmağa kıyamadığım, baksam doyamadığım.
Sen gözlerinle tamamladın beni
Gülüşünle parçaladın.
Sonra birleştirdim ikisini
Adını koysan da bir, koymasan da
Beni ipe götürsen irkilmezdim.
Yitirmiş tekrar bulmuş gibiyim
Karşıma habersiz çıkma n’olur
Bakma gözlerinin içile
Bakma, sabredemem.
Titrer içimde bir sevinç
Sorsan söyliyemem
Her şey senden gelir bana
Anlatamam.
Bir deli çırpınır göğsümde.
Anlayamam.
Başka bir dünyadayım şimdi
Nerdeyim, ne haldeyim, bilemem
Yalnız bir gerçek var bildiğim
Gözlerinde kendimi yitirdiğim.
**
İkinci şiirimizin unutulmuş şairi Gültekin Samanoğlu, 1974 yılından…
HATIRLADIKÇA
Yeşil, yemyeşil olsa her yer
Gülüverse gökler ne olur;
Kanatlansa yorgun çiçekler
Dursa, tükense artık yağmur
Yeşil, yemyeşil olsa her yer.
Avluda güvercin uçursam
Erik satmaya gitse dedem
Sapan taşıyla serçe vursam
Bağrına bassa halam, annem
Avluda güvercin uçursam.
“Türküm” başlayıp her sabah
“Doğruyum, çalışkanım, yasam…”
Diye aşkla hecelesem, ah!
Yeniden yazıya başlasam.
Minnacık elimin tuttuğu
Kalem, defteri şiirle delse
Ve masalların yuttuğu
Çocukluğum yeniden gelse…