Gecenin karanlığı ne zaman bitecek, gökyüzüne bakınca anlaşılamayan bu soğuk kış günlerinde sabah namazına davet eden ezan sesi aydınlığın ilk habercisi oluyor. Buğday Pazarında yürüyorum. Adı Buğday Pazarı, ancak; burada Pazar da yok, buğday da. Tıpkı tüm şehirlerde olduğu gibi; o muhit ile özdeşleşen ne varsa yok ediliyor, insan eli ile; geriye birbirinin aynısı milyonlarca liraya satılan beton ucube binalar…
Uzun Çarşı’nın Buğday Pazarına bakan tek pastanesine giriyorum. Yıllardır tanışırım, belki benim adımı bile bilmiyorlardır ama ahbabız onlarla… Ben de onların adını bilmiyorum. Her hafta uğramam, ayda bir iki belki. Her varışımda çok erken uğradığımda eğer dükkân kapalı ise istediğim ürünü hemen yakınlardaki şuradan alabilirsin, diye de güveniyorlar bana. Çünkü simit ve poğaçalar daha erken geliyor imalathaneden…
Dükkânın sahibi ile hal hatır muhabbetinden sonra sağlığınız nasıl diye soruyorum: “Gözlerimin içine bakarak, lafın gelişi sormadığımı anlayarak; ben iyiyim ancak hanım biraz rahatsız, diyor. Oturdukları binada güvercinlerin tüylerinden kaynaklı bir hastalıktan bahsediyor, içini döküyor bana, karısını ne kadar çok sevdiğini anlıyorum…
Ardan birkaç hafta geçiyor, yine dükkâna uğruyorum. Bu sefer de kardeşinin ciddi bir rahatsızlığı olduğunu söylüyor, gözleri dolu dolu. Kolay mı pastaneyi yıllarca beraber çalıştırdılar, birbirlerinden belki de askerlik dışında hiç ayrılmadılar… Ne onlar beni tam olarak tanıyor, ne de ben onları tanıyorum. Ama gözlerdeki samimiyet bir dost havası veriyor. Diyorum kendisine; üzgünüm bu konuları açarak sizi daha da üzdüm, diye. Bilâkis, diyor, size anlatarak daha da rahatladım, zamanla daha da alışacağım. İlk duyduğum hastalık haberinde dükkândan içeri bir adım bile atasım gelmedi. Ancak devam eden bir hayat var.
Ezan çoktan bitti, gün ışıyor, yıl bitiyor, takvimler ise ömürden ömür alıyor.
*
Saklı Kalan Şiirler köşemizde bu hafta iki şiirimiz var. İlk olarak Halil Soyuer’in 1966 yılındaki bir şiirini yayınlıyorum:
SORULAR
Yalnız şimdi değil, ömrün boyunca,
Bana seslenmeye and içer misin?
Yoksa iki günde kesip selâmı;
Bu yola gitmekten vazgeçer misin?
Bu tazelik, bu incelik nerende,
Gönlüm hoş oluyor, seni görende.
Senin ile bir bahçeye girende;
Bana kalp kapısını tez açar mısın?
Uzattığın eli öpüp koklasam
Olur mu üzüntüm, kalır mı tasam
Sana, gönlümdeki kanarya desem;
Kafeste duramam, der, uçar mısın?
Ömür çarşısından epey yaş aldım,
Bir karlı, dumanlı dertli baş aldım.
Sana da sevgimden bir kumaş aldım,
Tam zevkime göre, der, biçer misin?
Adını anarım hece hece ben,
Sen bir bulmacasın, bir bilmece ben.
Ardından koşarsam gündüz gece ben;
Sen de gündüz gece hep kaçar mısın?
**
İkinci şiirimiz Suat Uzer’e ait, yıl, 1974:
BEYHÛDE GEÇEN YILLAR
En güzel yıllarım geçti beyhûde,
Saadet gelmedi bir gün kapıma…
Bembeyaz rüyâlar, mevsimler sâde.
Hayaller uymadı maksatlarıma.
Binerek hülyânın saf kanadına
Pembe dünyâsını gezdim akşamın..
Bir zaman ufuklar dar geldi bana
Sedef dünyâsında yoğruldum gamın.
Kâh duydum içimde beyhûde bir ses
Eğildim mevsimler üstünden aşka
Saçımı okşadı taze bir nefes;
Yaşadım yılları hep başka başka.
Mâvi bir kâinat vardı içimde,
Satmadım kalbimi bir başkasına
Her günüm yıkıldı başka biçimde;
Boşaldım akşamın altın tasına…