İlk Görev Yeri: Gelibolu
Nihayetinde okulu biter ve sıra atanmaya gelir. İlme ve irfana çok düşkün olan Mehmet Efendi’nin kalbinde Bursa, Konya, İstanbul gibi büyük şehirlere atanmak vardır. Orada âlim bir zat bulup kendisinden ilim öğrenmek arzusundadır ancak çekilen kura sonucu nasibine Çanakkale-Gelibolu düşer.
Düğününü yaptıktan sonra annesiyle kardeşi İsmail’i de yanına alarak Gelibolu’ya gider. Gelibolu, denizi, sahili ve güneşiyle çok şirin bir ilçedir. Kısa sürede ilçeye ve mesai arkadaşlarına alışır. Tıpkı diğer yerlerde olduğu gibi burada da kısa sürede kendisini sevdirir, tanıyan herkesin adeta ağabeyi, dert ortağı olur. Fakat Mehmet Efendi’nin gönlünde ilim-irfan ehli bir zat ile tanışmak, ondan nasiplenmek vardır. Okulu kazanmadan önce yaptığı duasını hiç aklından çıkarmamaktadır.
Bir hafta sonu ilçedeki bir çay ocağının önünden geçerken orada oturmakta olan pir-i fani bir ihtiyar görür. Hemen selamlaşıp kendisini tanıtır ve duasını ister. Yaşlı adam:
“Evladım sen benim dualarımın karşılığısın. Ne zamandır Rabbime yalvarıyorum. Allahım! Bana ilmin kıymetini bilen bir genç gönder. Onu yetiştireyim, bildiklerimi aktarayım ki, bilgim benimle mezara gitmesin diye...”
Mehmet Efendi anladı ki Bursa’da, Konya’da, İstanbul’da aradığı nasibi burada, Gelibolu’da onu bekliyormuş. Aralarında bir buluşma takvimi belirlerler. Her Cuma günü Mehmet Efendi’nin evinde buluşma kararı alınır. Mehmet Efendi, Lâpsekili olan bu zattan kısa sürede Kuran-ı Kerim okumayı ve Osmanlıcayı öğrenir. On yıl kadar bu zattan ilim tahsil eder. Diğer zamanları kitap okumakla geçiyordu. Özellikle evliyaların hayatlarını çok merak ediyordu. Okudukça onları görmek, türbelerini ziyaret etmek, huzurlarında Allah’a yalvarmak, dua ve niyazda bulunmak isteğiyle doluyordu.
Gelibolu’da bulunan Bayraklı Dede, Ahmed-î Bicân ve Muhammed Bicân kardeşler başta olmak üzere uzak yakın demeden duyduğu tüm evliyaların türbelerini ziyaret etmeye başlar. Lâpsekili Hazretleri’nin ilmi artık ona yetmiyordu. Bir Allah dostu bulup kendisine bir an önce intisap etmek istiyordu.
İntisap Arayışları
İlkin Adıyaman Menzil’de bulunan Seyda Muhammed Raşid Hazretleri’nin ziyaretine gider. Hazretin elini öpüp hayır duasını aldıktan sonra İstanbul’da bulunan İsmail Ağa Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri’nin yanına gider. Onun da elini öpüp hayır duasını alır fakat her ikisine de intisap etmez.
Tayini Gelibolu’dan Elazığ’a çıkar. Orada Bediüzzaman Hazretleri’nin talebesi emekli asker Hulusi Yahyagil’in sohbetlerine katılır. 1987 yılında Elazığ’dan Isparta’ya atanır. Hulusi Efendi’de o sene vefat eder. Dört yıl Isparta’da kaldıktan sonra Kıbrıs’ın ikmalini sağlayan Mersin Ulaştırma Terminal Birliği’ne atanır.
Burada da intisap arayışlarına devam eder. Her günü ve saati bir mürşid-i kâmil arayışıyla geçer. Nihayetinde takvimler 1993 yılının Temmuz ayını gösterdiğinde bir gece hayatının akışını ve ritmini değiştirecek rahmani bir rüya ile uyanır. Mehmet Efendi tam otuz üç yaşındadır. Bu rüyadan sonra kalp gözü açılır, kendisine manevî ilim denilen ledün ilmi bahşedilir ve irşad hizmetlerine başlar.
Asker olduğundan dolayı Latince kitaplar okumaktan başka İslamî ilimleri tahsili imkânı bulamayan Mehmet Efendi, sabah uyandığında Kurân surelerini ezberden okuduğunu ve yazdığını fark eder. Arapçayı tıpkı Türkçe gibi kolay yazıp okumaya başlar. Bu Allah’ın ona bir lütfü ve ikramıdır.
O geceden sonra dört ay halvet hayatı yaşar, hiç uyumaz. Sabaha kadar zikir ve ibadetle meşgul olur. Odasında, seccadesinin üzerinde ibadetle meşgulken kâh kapısı çalınır, kâh telefonu çalınır fakat hiç birine cevap vermez, ibadetine devam eder. Bu istikrarlı duruşu karşısında kapıların, pencerelerin önünde cinlerin çığlıkları duyulur. Zili de, telefonu da çalan onlarmış meğer. Hazretin manevî ilerleyişini durdurmak için olanca gücüyle çalışırlar fakat onun hamisi ve muhafızı Allah olunca hepsi geri çekilmek zorunda kalır.
Dört ayın neticesinde büyük bir manevi ilerleme kaydeder. Tıpta biyolojik olarak bir çocuğun anne karnındaki refleksleri dört ayda tamamlanır. Kız mı, oğlan mı o zaman belli olur. Bu dört ay Mehmet Efendi için de bir nevî manevi reflekslerin tamamlandığı süre olur. Adeta nur kesilir. Vücudundan çevreye misk û amber kokuları yayılır, gören herkes bu nura, bu ilahî letafete adeta âşık olur.
Bir defasında İstanbul Ataşehir’de hastaneye kaldırılır. Hangi serviste ve oda da olduğu bilinmediği halde ziyaretine gidenler hiç kimseye sormadan hazretin kokusunun izini sürerek odasını bulurlar.
Mehmet Efendi gördüğü rüya neticesinde irşad hizmetlerine başlamıştı ancak kalbinin sükûnet bulması için arayışlarına hep devam eder. Nerde bir Allah dostu, arif bir zat duysa vakit kaybetmeksizin yanına gider, murakabeye dalar, istifade etmeye çalışır. Ancak kime gitse gönlü mutmain olmadan döner.
Bu arayışları esnasında bir defa Aksaray’da bulunan Somuncu Baba Hazretleri’nin türbesine gider. Geceyi orada hazretin halvethanesinde geçirir. Gece olup el ayak çekilince eline bir süpürge alıp türbenin etrafını süpürmeye başlar. Hem süpürür, hem de gözyaşları içerisinde “Sultanım, Hacı Bayram-ı veli Hazretleri gibi size on beş sene hizmet etme imkânım yoktur lakin bir saatliğine de olsa kapınızda hizmet edeyim” diye dualar eder. Tam bu esnada türbenin az ilerisinden akan dere tarafından “Huuu” diye bir ses işitir. Sesin geldiği tarafa bakınca Hızır (as)’ı andıran kınalı sakallı bir pir-i fani dervişin geldiğini görür. Derviş elindeki asayı Mehmet Efendi’nin göğüs hizasına doğru uzattıktan sonra “Sen kimsin?” der.
Mehmet Efendi, Mersin’de görevli astsubay olduğunu, Somuncu Baba Hazretleri’ni ziyarete geldiğini söyler. Sonradan adının “Hu Dede” olduğunu öğrendiği o zat kendisine bir yere intisaplı olup olmadığını sorar. Mehmet Efendi mealen “Şimdiye kadar intisaplı olmadığını ama bu gece Somuncu Baba Hazretleri’nin ruhaniyetinden istimdat dilediğini fakat kabul görüp görmediğini bilmediğini, söyler. Hu Dede, Somuncu Baba ile rabıtaya geçtikten sonra Mehmet Efendi’ye dönerek: “Kabul etmişler” der ve ortadan kaybolur.
Mehmet Efendi o gece sabaha kadar orada birçok manevî zuhuratlar yaşar. Sabahleyin Hu Dede (ks) tekrar gelir ve beraberce önce Ankara’ya Hacı Bayram Veli Hazretleri’ni ziyarete giderler, sonra da Konya’ya geçerler. Hz. Mevlana ile Şems-i Tebrizi’yi ziyaret ederler.
Hazreti Şems’in türbesinde dua ettiklerinde Hu Dede, pencerenin kenarında gördüğü bir tespihi eline alır. Mehmet Efendi’ye de bir tespih almasını söyler fakat Mehmet Efendi “Ben türbeden tespih almam” der. Bunun üzerine Hu Dede (ks), cebinden bir tespih çıkarıp: “Peki, ben de sana bir tespih hediye edeyim” der. Hu Dede’nin uzattığı tespihi gören Mehmet Efendi hayretler içinde kalır çünkü bu tespih, Mehmet Efendi, 1981 yılında Gelibolu’dan Adıyaman Kâhta’ya, Seyda Muhammed Raşit Erol Hazretleri’ni ziyarete gittiğinde dergâhtan aldığı, sekiz sene yanında taşıdıktan sonra iki buçuk sene önce Mersin’de kaybettiği tespihtir.
Mehmet Efendi, Konya ziyaretinden sonra Hu Dede’nin tavsiyesiyle İstanbul’a, Eyüp Sultan Hazretlerini ziyarete gider. Günlerden Cuma’dır ve Eyüp Sultan Camii tıklım tıklımdır. Mehmet Efendi Cuma’yı orada kıldıktan sonra “Böyle bir sultanın huzuru Cuma günü boş olmaz. Mutlaka evliyaullahtan büyük zatlar teşrif buyurmuşlardır” düşüncesiyle sağa sola bakar. Üç muhterem zatı görür. Aniden üçünü de kaybeder. Büyük bir hüzünle onları ararken dışarıda yeşil sarıklı, yeşil cübbeli, burnu kemerli, görüntüsünden seyit olduğu anlaşılan o zatlardan biriyle karşılaşır. Mehmet Efendi hayret ve şaşkınlık içinde o mübareğin ellerini öper. Hazretin elini öptükten sonra mübarek kendisine “Sen kimsin evladım?” der.
Mehmet Efendi “Adım Mehmet Pehlivanlı. Mersin’de astsubayım efendim. Buraya Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete geldim” der. Nurundan ve heybetinden yüzüne bakmaya doyamadığı o zat, tıpkı Cebrail Aleyhisselam’ın Hira Mağara’sında Peygamber Efendimiz (sav)’e sarılıp sıktığı gibi üç kere Mehmet Efendi’ye sarılıp sıktıktan sonra “Ceddimin duası üzerine olsun, hadi git” der. Yıllar sonra o zatın Şeyh Abdülkadir Geylani olduğunu öğrenir.
DEVAM EDECEK…