Pazar sabahında, pazarda kalabalığın çok olmadığı saatlerdeyim. Elimde pazar torbaları, otobüs bekliyorum. Yanımda yaşlı bir kadın, sıcağın iyiden iyiye hissedildiği sabahın bu saatinde duraktaki bankta oturuyor, seslendim; “teyze otobüsün gelmesine daha var, gölgeye gel.” diye.
Sonra geldi yanıma. Hemen yanı başımda zayıf, çelimsiz, beyaz tenli, dokuz on yaşlarında bir çocuk mısır satıyor. Mısırların bir tarafını açıyor, müşteri görsün, beğensin, diye. Yanına yaklaştım, delikanlı tanesi kaça dedim? “20 lira amca, dedi.
Aldım birkaç tane mısır. Sonra kendi çocukluğuma gittim. Elime baskül alıp çalıştığım aynı yaşlara. Kilosunu bilene bedava derdim. Bir de bizim çocukluğumuzda soğuk su satan çocuklar vardı. Bakır ya da cam bardakla. Bilmezdik öyle polyester veya naylon bardağı. Aynı kaptan içerdi herkes. Bir de Ziraat Bankasının civarında el arabasıyla kasketli, elli-elli beş yaşlarında, babayiğit, gür sesli bir adam lahmacun ve kıymalı pide satardı. Ne güzel kokardı, köyden şehre her geldiğimde görürdüm o adamı. Hâlâ Ziraat Bankasının önünden geçerken, geçen yıllara inat, gözlerim o adamı, kulaklarım onun sesini arar; lahmacun, kıymalı pide var, sıcak pide…
Şimdi otobüsüm gelecek, minicik bir serçe kaldırım taşlarının üstünde, o sıcakta bir terennümde bulunuyor. Bir yiyecek bulmuşçasına seviniyor sanki. Betonun arasında rızkını arıyor…
Yanımdaki teyze iki saat önce gelmiş pazara, ıspanak getirmiş, satmış. Rahmetli kocasından bahsetti, Karıncalı köyünden olduğunu söyledi. Kocası marangozmuş. Çocukları ise baba mesleğini sürdürmemiş. Biri tesisatçılık yapıyor, diğeri de Petlas’ta çalışıyor. Bana ne iş yaptığımı sordu. Yaptığım işi öğrenince, çocuklarım yanına gelirse yardım eder misin, dedi. Elbette, dedim. Adımı sordu iki defa, söyledim. Ahbap olduk. Önümüzdeki serçe uçup gitti. Mısırcı çocuk satışa başladı, sonra diğer esnaf yük indirmeye başladı; kimisi muz, kimisi bamya. Ve otobüsümüz geldi…
*
Saklı Kalan Şiirler köşemizin bu haftaki misafiri İspanyol şair Marcos Ana. Şair 1921 yılında doğdu, 2016 yılında öldü. 18 yaşında girdiği hapishaneden 40 yaşında çıktı, iki şiirini yayınlıyorum, dilimize çeviren: Özdemir İnce.
YAŞAM MI?
Söyle bana neye benziyor ağaç
üzerinde kuşlar uçtuğu zaman
nasıldır bir ırmağın şarkısı.
Denizi anlat bana. Anlat bana
engin kokusunu tarlaların.
yıldızları, havayı.
Ufukları anlat bana,
bir yoksul kulübesi gibi
kilitsiz, anahtarsız ufukları.
Nasıldır öpmesi bir kadının
söyle bana. An biraz da
aşkın adını; anımsamıyorum artık.
Kokar mı geceleri hâlâ
ayışığında mutluluktan titreyen
âşıkların kokusuyla?
Kalmadı mı yoksa geriye bir şey
şu çukurdan, şu mezar ışığından
ve volta taşlarımın türküsünden başka?
Tam yirmi iki yıl oldu… Unuttum.
nasıldı boyutları, nasıldı
kokusu ve rengi dünyanın…
Rastgele yazıyorum: “deniz” ve “kırlar”ı
“orman” diyorum, ama unuttum artık
nasıldı boyu bosu bir ağacın.
Konuşuyorum, canlandırmak için hayalimde
yılların gözlerimden sildiği şeyleri.
(sürdürmek olanaksız artık; çünkü duyuyorum
Gardiyanın ayak seslerini)
**
ÖZYAŞAM ÖYKÜSÜ
Çok korkunçtur benim günahım:
Yıldızlarla doldurmak
İstedim insanın yüreğini
işte bu yüzden parmaklıklar ardında
tam on dokuz kış
yitirdim gençliğimi.
çocuktum attıklarında hapse beni
ardından ölüme mahkûm edildim
soldu yapraklarımın ışığı
taş duvarlar arasında.
Ama izi yoktur damarlarımda
o “İntikam Meleği” nin gölgesinin:
Benim düşler gören acımın
İspanya’dır tek çığlığı.