“İznini almak fırsatını bulamadığım için adını yazmıyorum. Yunan masal bilimi mitologyası ile uğraşan bir sanatçımız İstiklâl Savaşı sırasında, bu merakı yüzünden az kalsın öldürülüyormuş; ötede beride, eski Yunan tanrıları, kahramanları üstüne konuştukça düşman ajanı olduğu kuşkusunu uyandırmış da ondan…

Şu günlerde dinledim de, olay kendi başımdan geçmişcesine ürperdim. İşin içinde ölüm tehlikesi olduğu için mi? Hayır, değil. Bir gün nasıl olsa öleceğiz, ölümü büyütmek yakışık almaz. Ama doğrusu, ölümümün mitologya yüzünden olmasını da istemem. Yunanlıların, bilmem üç bin yıl önce uydurdukları masalları sevmek, sevdirmeğe kalkmak da bir kahramanlık değildir ki, başa gelen çekilir diye geçelim.

Gerçi savaş koşulları içinde bir toplumun ne denli duygulu olacağını anlamıyor değilim. Üstelik yurdu çiğnenen bir ulusun kişileri, bir takım haksızlıklara da düşebilirler. Ama usu (aklı) büsbütün tepmek, baştan aşağı duyarlık kesilmek de iyi ve yararlı olmasa gerektir. İzmir’i geri aldığımız yıl, ilkokul öğrencisi idim; bütün okul, bir alana, bayram etmiye gidiyorduk; üzerimde mavi çizgili bir gömlek var diye, bir bayan öğretmen, beni sıradan çıkarıp evime yolladı idi. O günkü üzüntümü unutamam. Şimdi düşünüyorum da, o öğretmenin davranışını, savaş kazanmış bir ulusun duyarlılığı ile bağdaştıramıyorum. Yunanlılarla birlikte maviyi de mi yurdumuzdan atmıştık?

“Savaş koşulları…” dedim ya, barışta bulunduğumuz süre içinde de bu örneklerdekine benzer duyarlıkların ikide bir ortaya çıktığını görmüşüzdür. Orhan Veli, çok yıl oluyor, bir radyo anketi için Ankara kazalarından birine gitmişti; kahvede oturmuş, “Radyoda en çok müzik mi, konuşma mı dinlersiniz?” ya da, “En çok bizim istasyonları mı, yoksa yabancı istasyonları mı dinlersiniz?” diye ötekine berikine sormağa başlamış. Biraz sonra kahvenin önüne bir kalabalık toplanmış, Orhan Veli’yi birbirlerine gösterip içeri girmişler, bu sefer başlamışlar onlar sormağa: “Sen kimsin? Niçin soruyorsun? Ne hakkın var sormağa?” diye… Arkadaşım “Kaymakam tanıdık çıktı da dayaktan, belki de daha kötüsünden yakayı güç kurtardık” diye anlatırdı.

Bir dostum var, fotoğraf meraklısıdır, yurdun çeşitli yerlerini dolaştıkça, kendince ilginç bulduğu yerlerin ve şeylerin fotoğraflarını çeker. Karşılaştığı güçlükleri anlata anlata bitiremiyor. Geçende Sultanahmet’te, barakamsı, çadırımsı evinin önünde çamaşır yıkayan bir kadının ve yanındaki güzel çocuklarının fotoğrafını çekiyormuş, karşı evin penceresi açılmış, bir kadın:

--- Niye oranın resmini çekiyorsun? Sen Türk değil misin? Diye sormuş.

Arkasından da çamaşır yıkayan kadını, fotoğrafının çekilmesine ses çıkarmadığı için paylamış.

Bu gibiler, çoğun, tuzları kuru olanların arasından çıkıyor; gerekçeleri de şu: Yoksulluklarımızı gizleyelim.

Yoksulluklarımızı gizlemenin yararı nedir? Devlet adamlarımız, iki günde bir, zengin ülkelerin kapısını çalıp para isterler; Yabancı uzmanlar gelir, borç vermeden önce, para durumumuzu, kazanç kaynaklarımızı kılı kırk yararak incelerler; Uluslararası istatistikler bizi en yoksul ülkelerden biri olarak gösterir; Devlet Planlama Teşkilatı köylümüzün acıklı durumunu, bilimsel ölçülerle ortaya koyar; işsiz kalan ya da kazancıyla geçinemiyen işçilerimiz, yabancı diyarlara göç etmek zorunda kalırlar; gecekondular yayıldıkça yayılır… Bütün bunları görmezlikten gelip de Sultanahmet’teki bir çamaşır leğeninin fotoğrafından kuşkulanmak anlaşılır şey midir?

… Biz gerçek durumumuzu yabancılardan değil, birbirimizden saklamıya bakıyoruz. Bilim adamları, sanatçıları, yazarları, ikide bir yargıç katını boylıyan bizimki gibi bir toplum, uygar dünyada kolay kolay gösterilemez. Neden böyle oluyor? Kanun koyucumuzun, aydınlarımızı, pencereden bakıp “Niçin leğenin fotoğrafını alıyorsun? Sen Türk değil misin?” diyen kadının gözüyle görmesi, sanatçılarımızın, yazarlarımızın, toplumumuzu yadırgattıklarını gösterir ya, bana sorarsanız, gene de uygar dünyanın hiçbir ülkesinde bizimkileyin yumuşak aydın yoktur. İkide bir aydınlarımızdan yakınılması, aydınlarımızın gerçek görevlerini yapmadıklarından söz edilmesi de bunu gösterir. Oysa bizim yazarlarımız, “Tek elin sesi çıkmaz” inanışına uyaraktan, toplumsal koşullar değişmeden, aydının hiçbir başarıya eremiyeceği sanısındadır. Son günlerde okuduğum bir yazı, bu sanıyı sarsacak niteliktedir. Yaşı sekseni geçmiş olan İngiliz filozofu Bertrand Russel, İngilteredeki Amerikan atom konaklarına karşı giriştiği savaş dolayısıyla yazdığı bir yazıda şöyle diyor:

“Bir demokrasinin yurttaşları en çok kendi işleriyle uğraşır ve zor sorunları bütün derinliğiyle inceliyemezler.

İnanışları, en kolay sağladıkları haber ve bilgi araçlarına dayanır ve baştakiler bu haber ve bilgilerin aldatıcı olmasını sağlayabilirler, çok kez de sağladıklarını görüyoruz. Baştakiler derken, yalnız hükümette ya da muhalefetteki politika adamlarını değil, onların teknik danışmanlarını, basını, radyoyu, televizyonu ve en sonunda polisi de düşünüyorum. Bütün bu güçleri bugün Batı demokrasilerinde atom silahları konusundaki gerçeği yurttaşlardan gizlemekte kullanıyorlar.”

Ve sonra ekliyor: “ Bu büyük tehlike günlerinde sivil diretmenin bir başka ve belki daha önemli bir nedeni var. Çok yaygın bir inanışa göre insan tekinin hükümetler karşısında hiçbir gücü yoktur ve hükümetlerin politikaları ne kadar kötü olursa olsun, insanların tek tek yapacakları hiçbir işe yaramaz. Yanlıştır bu, çok yanlış.”

Oysa biz teknikte ilerlememiz gerektiğini söyliyen namuslu bir öğretmenin boynuna sınıfta kement atacak duyguda gençler yetiştirmeyi ulusal yararımıza daha uygun buluyoruz. Belki de leğenden başka konulara sıra gelmesin diyedir…”

[Bu makale 9 Aralık 1961 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde Melih Cevdet ANDAY’ın köşesinde yayınlanmıştır.]

*

[Saklı Kalan Şiirler köşemizde aşağıda okuyacağınız şiir Ajans Türk’ün sahibi Necdet Evliyagil’in hazırladığı Ajans Türk 1962 şiirli takvim ve Antolojisi nde yer almıştır. Yerli ve yabancı 500 şairin en seçme şiirlerini ihtiva eden bu takvim antolojide Üçüncü Katın İnsanları adlı şiir kitabı ile alâka toplamış olan şair Sıtkı Yırcalı’nın Yassıada’da yazdığı şiirler de yer almaktadır.]

KOĞUŞUN YALNIZLIĞI

Dört dörtgen oda bir kireç gök

Dört demir karyola

Dört erkek,

Dört karyolanın dört başı kesik,

Dört ayağı dört eli

Açık havaya, bir bekledikleri var

Üstlerinde birer kat, birer misafir erkek daha

Dört dörtgen odada katlar eksik

Bilinmez ne beklenir ne gelecek

Bir utanç var içlerinde, başlar eğik

İkişer kat koğuşta ranzalar

Ağızları diş diş, uykulu soluğuna kadar

Bir yastıkta baş izi canlı

Bir vücut yeri, çarşafta çizgi çizgi

Son kalan sıcaklığı…

Yataklarda yatan insanlarda birikmiş

Boylu boyunca upuzun

Çırılçıplak yalnızlığı koğuşun

Bir sayıklama kimi,

Kimi kimseye doğru sesler,

Ağlamıyan hıçkırıklar, gülmiyen gülüşler

Hayal bile uğramaz

Hayal bile kuşkuda… Belki girip çıkamaz.