Ne yapmalı? Nasıl yapılmalı? Asırlardır insanlığın cevabını aradığı ve veremediği sorular… Arayışında olduğumuz yaşanılır dünya, her geçen asır emanetlerinin birikimiyle bilgi sıçraması yaşarken, teknolojik devrimler gerçekleştirirken ne yazık ki yaşanılması, katlanılması zor bir gezegene sürükleniyor.

Düşünürlerin asırlardır peşinden koştuğu ve düşünceleriyle rehberlik etmeye çalıştıkları bu gezegen, yok oluşunun da taşlarını hızla döşemektedir.

Ütopyalarımı bilinmeyen bir bahara erteleyip gerçekliğe dönüyorum. Her şeyin savurganlıkla tüketildiği, üretimin daha çok tüketme üzerine kurgulandığı bir dünyanın geleceğini çok hayra alamet görmüyorum. Doğal kaynakların hoyratça tüketildiği, yerin üstünün yoğun kirletildiği, yerin altındaki kaynakların tüketiminin hızlandırıldığı bu gezegen intihara sürüklüyor kendisini… Bir azınlık muktedirin; dünyanın, insanlığın kaderine hüküm ettiği ve belirlediği, çoğunluğun derin bir yoksulluk hatta açlık sınırında yaşadığı bu gezegen her geçen zaman diliminde ateş topuna dönmektedir. Her şeyin doğallığını yitirdiği, zekânın da yapaya dönüştüğü bu talihsiz gezegen geleceğini de mahıv etmekte kararlı. Küçük bir azınlığın ---yerli, yabancı fark etmez --- ihtiraslarının kurbanı olacağız, oluyoruz. Ulaştığımız ve sahip olduğumuz bilgi birikimi bu kadar kötücül bir yaşama neden olmamalıydı. Daha yaşanılır, daha adil, daha paylaşımcı, daha barışçı bir dünyaya evirilmeliydi, birikimlerimiz. Ancak istediğimiz, tahayyül ettiklerimizden o kadar uzağız ki! Elbette durumdan hoşnut olan küçük bir azınlık var. Küresel anlamda o küçük gruplar arası dayanışma ve güç birliğinin oluşudur ki çoğunluğun cehennemine yol açıyor. İşin tuhafı, yoksul çoğunluğun bu durumdan kurtulmak için yerel ve küresel anlamda güç ve dayanışmadan yoksun oluşu.

Ne yapmalı? Bütün yakıcılığıyla karşımızda yanıtını bekliyor. Ancak biz o kadar çaresiz ve eli kolu bağlıyız ki! Veya bize dayatılan ve kabullendiğimiz düşünce formatlarına, yaşam biçimine o kadar alıştırıldık ve bağlandık ki, yeni bir yaşamı tahayyül etmekten yoksun hale geldik. Her şey dışımızda belirlenip, kaderimize dönüştürüldü. Dost düşman, iyi kötü, savaş barış… Küçük bir azınlığın kutsallığını, dokunulmazlığını sürdürme amacına sürüklendi.

“ Bu utanç dolu kahrolası çağda ne duymak ne görmek evladır, uyumak en iyisi. Taş kesilene kadar.”

Nefret ettiğim; şiddet ve savaş, sözcüklerin ötesinde yaşamımızı ele geçirmiş durumda. İnsanlar gireceği savaşları seçemez, savaşlar insanları seçer. Bundan dolayı dünyanın neresinde olursak olalım bir gün kendimizi sessizce, usulca bir savaşın ortasında buluruz farkında olmadan. O savaşın tanklı, toplu, bombalı olması gerekmiyor. Yaşamda kalmak için, yaşamı sürdürmek için, yaşama bir şeyler bıraka bilmek için uğraşıların derinliğinde, yoğunluğunda fiziki olma dışında ruhsal bir direniş hali de savaşın çeşidi olmalıdır. Aslında savaş sözcüğünü çok sevmiyorum; sürekli bir şiddeti, dehşeti, vahşeti çağrıştırdığından… Öldürmeyi, öldürülmeyi doğal bir anlayışa dönüştürdüğünden savaş sözcüğü itici, boğucu geliyor bana…

Bir kavganın tarafıyız hep veya tarafı olmak zorunda bırakılıyoruz. Bilgi düzeyimiz arttıkça yaşanan olumsuzluklara itiraz etme sorumluluğunu taşımaya başlarız. Bu kişisel bir tercih olmanın ötesinde toplumsal bir zorunluluğa dönüşür. Bu nedenle ne yapmalı, nasıl yapılmalı soruları sizi daha çok ziyaret eder. Bu sorulara karşılık olacak hazır bir reçeteniz olmamakla birlikte arayışa girersiniz. İhtiraslardan, bireycilikten, vurdumduymazlıktan uzak olan arayış, daha yaşanılır ve anlaşılır bir dünyanın geleceği ile ilgili kaygılardandır.

Nasıl yapmalı sorusunun en iyi karşılığı; kuşku ve sorgulamadan geçer. Tarihi yolculukta bazı insanların kuşkucu oluşları ve sorgulamalara girmeleri ivme kazandırmış, değişim ve dönüşüme ortam hazırlamıştır. Aslında insanlık kuşkucuları ve sorgulayıcıları hiç de bağrına basmamış, susturma, cezalandırma kolaylığını benimsemiştir. Böylelikle bilginin yolunu kesmiş, özgür düşünceyi engellemiştir. Bunun yerine ise; donmuş, değişmez, eleştirilmez, sorgulanmaz, kuşku duyulmaz inanç sistemini koymuştur. İnanç sisteminin tabularını kıramadığımız, kör inançların bağnazlığını yok edemediğimiz sürece ne yapmalı sorusu cevapsız kalmaya devam edecektir. Çünkü inanç alanı, bilgi dışı alandır. Hiçbir şekilde değişim ve dönüşümü içermediğinden yaşanılır, çağdaş, insani bir toplum modeli sunamaz.

Daha anlaşılır ve yaşanılır bir hayat istiyorsak; araştırmanın, sorgulamanın önündeki bütün engelleri, yasakları, günahları ve dayanağını oluşturan düşünce sistemlerini parçalamak zorundayız. İçimizdeki tanrıdan kurtulmalıyız, kurtulmak zorundayız. Asırlardır nesiller arası genetik kodlarla aktarılan tanrının hükümranlığını yok etmediğimiz ve onun koruyucu kutsallığını beyinlere kazıyan özel mülkiyet tutkusunu yaşamımızdan çıkarmadığımız sürece ne yapmalı sorusunu sormaya devam edeceğiz.

Zor, zor olduğunu biliyorum, kabul ediyorum. Zor olmakla birlikte imkânsız değil. İnsanın yaratıcı düşüncesinin bunun yolunu bulacağına da inanıyorum. Belki de bu iyimser bakışım ve inancımdır hayatı anlamlı ve yaşanılır kılan.