“Türkiye’nin gerçek sahibi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten çok vefa, mutluluk ve varlığa sahip olması gereken de köylüdür. 700 yıldan beri; cihanın dört köşesine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini o topraklarda bıraktığımız ve 700 yıldan beri emeklerini ellerinden aldığımız köylülerin önünde utanç ve saygı ile eğilelim.
K. Atatürk”
Köy kökenli aydın kuşağını yetiştiren Köy Enstitüleri’nin övgüleriyle büyüdüm.
Bu okullardan çıkan öğretmenlerin anlattıkları insanı adeta büyülüyordu.
Onun için öğretmen olduğum da ilk tercihim bu okullar oldu. İlk atandığım ve görev yaptığım yer Konya İvriz Köy Enstitüsü’nde meslek dersleri öğretmenliğiydi 1973-1980 yılları arasında bu okulda görev yaptım.Köy enstitüleri ilkokulu bitiren zeki köy çocuklarının, nitelikli bir şekilde yetiştirildikten sonra, yeniden köyleregiderek oradaki çocukları yetiştirmeleriamacıyla kuruldu. Aldıkları eğitim sonunda öğretmen olarak donanımlı bireylere dönüşüyordu.
Anlatıldığı gibi Enstitüleri’nin çok farklı bir havası vardı. Büyük sınıf öğrencileri, küçük sınıftaki öğrencilere adeta kardeşleri gibi davranıyor, küçükler ise, büyükleri bir ağabey gibi görüyor onlara saygıda ve sevgide asla kusur etmiyordu. Tatil günlerinde şehre indiklerinde birbirlerini koruyup kollamalarını hayranlıkla izlerdim.
Öğrenciler uygulamalı dersler veren tarım öğretmenlerinin rehberliğinde coşkuyla toprağı işliyor, ekip biçiyor, balık tutmayı, sebze yetiştirmeyi, ekin ekmeyi, civciv büyütmeyi, inek sağmayı, atı tımar etmeyi öğreniyorlardı.Hiçbir şey bilmeyen Ana dolunun gariban çocuklarıburada üretici oluyordu. Ben ilk defa hindi yavrusunun bu kadar narin ve zor büyütüldüğünü ilk defa burada gördüm.Hindi yetiştirmek özel bir eğitim gerektiriyordu. Hindi yavruları çok narindiler, en ufak bir ihmalde hemen ölüyordu.
Okul yıllarımda böyle atmosferleri hiç görmediğim için İvriz’de tanık olduklarım beni heyecanlandırıyordu.Okul binlerce dönüm arazinin ortasına kurulmuştu, okulun çevresindeki arazilerde sebze, meyve ve her ürün yetiştiriliyor, hayvancılık yapılıyordu.Üzüm bağları, sebze bahçeleri, tahıl yetiştirilen tarlalar, hayvanların yetiştirildiği ahırlar ve kümes hayvanları vardı. Fidanlıkları ve bu fidanlıklarda yetiştirilen tonlarca vişne ve elmayı almak için şirketler kıyasıya yarışıyordu.
Daha sonraları okul yakınlarında meyve suyu üreten bazı tesisler kurulmuştu.
Öğrenciler okuma salonlarında klasiklerini okuyor, tartışıyor bilinçlenmeye çalışıyordu. Hatta bazı idealist öğretmenler Toros Dağları’nın yamaçlarına antik çağ eserlerinden esinlenen idealist eğitimciler açık hava tiyatrosu bile yapmışlardı. Köy Enstitüleri’ne gelen her öğrencinin belli hedefleri vardı, onları yaratıcı ve başarılı yapan da gerçekleştirmek istedikleri işte bu idealleriydi. Bir şeyler yapmak muasır uygarlığa bir an önce ulaşmak isteği öyle güçlüydü ki sanki hepsinin içlerinde patlamaya hazır birer volkan vardı. Köy Enstitüleri’nin güzelliği yaratıcılığı işte buradan geliyordu. Onların başlarında H. Ali Yücel ve Tonguç Baba gibi iki olağanüstü eğitimci vardı. Fakat karşılarında da yüzyılların birikimi kökleri çok derinlerde olan kız ve erkek çocuklarını birlikte okutmamaya kararlı güçler vardı.İki güç çarpışıyorduAtatürk’ün vefatından sonra haklıda arkasına alan ülkemizdeki tutucu güçler galip geldiler, o idealist gençlerin hayallerini ellerinden aldılar. Eğer başta Atatürk olsaydı ne gericilik hortlar ne de bu muhteşem ideallere engel olabilirlerdi.
Öğretmenlik yıllarımda İvriz Köy Enstitüsünün okullar arası yarışmalarda tartışılmaz bir üstünlüğümüz vardı. Futbol, basketbol, voleybol, müzik ve folklor yarışmalarında Konya birinciliği İvriz öğretmen okulunun tekelindeydi.
Bu muhteşem kuruluşlara, uygarlığa açılan pencerelere nasıl kıydılar?
Oysa köyden çıkan bu çocuklar kent gürültüsünden uzak, açık havada doyasıya spor yapıyorlar, sanat faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Futbol, basketbol, voleybol oynuyorlardı.
Pek çok spor dalında başarılı oluyorlar hatta Konya birincisi oluyorlardı. Köy Enstitülerinin sağladığı bu iklimde pek çok sporcu, yazar ve sanatçı yetişti. Öğretmen ve öğrenci ilişkileri demokratik bir düzene göre işliyordu.
Öğrenci ve öğretmenler birlikte yaşadığı için okuldaki ilişkiler de, tıpkı aile içi ilişkiler gibi duygusal bir ağırlık taşıyor, bir üst sınıf öğrencileri bir alt sınıftaki öğrencileri küçük kardeşleri gibi görüyorlardı. Yazar Cemal Kutay’a göre, Atatürk’ün zihninde Köy Enstitüsü düşüncesi, ilk defa Sofya Askeri Ataşesi olduğu günlerde oluşmuştu. O yıllarda Bulgar köylerine her türlü hizmeti götüren Ortodoks papazlarının yaptıkları çalışmalardan Atatürk derinden etkilemiş ve buna benzer okulları ülkesinde kurmayıdaha o günlerde kafasına koymuştu.
Osmanlı imparatorluğunda halk yüzyıllarca tebaa olarak görülmüş, onlardan sadece vergi toplamış ve askerlik yaptırılmıştı,karşılığında halkın kullanacağı yol, su ve kanalizasyon gibi temel alt yapı hizmetleri yapılmamış,topluma faydalanacağı hizmetler götürülmemişti.Dünyanın incisi İstanbul’da dahi doğru dürüst kanalizasyon, şehirleşme planı yoktu. Alt yapı hizmetlerine ilk defaII. Abdülhamit döneminde başlanılmış fakat finansman olmadığı içinde pekilerleme sağlanamamışı.
Anadolu halkı bütün günü temel ihtiyaçlarını karşılayacak gıda maddelerini üretmek, ekmek, biçmek, taşımak ve evine çekip götürmek için çabalıyordu. Anadolu insanının ana besin maddesinin %80’nini buğday ve buğdayın yan ürünleri oluşturuyordu, katıkları da sadece üzüm ve soğandı, zeytin ve zeytinyağı ürünleri o yıllarda pek bulunmazdı. Sabahları peynirli dürümünü alır tarlaya gider, akşamları da sofraya bir tepsi yemek konur hep birlikte yufka ekmekle yerlerdi. Sofralarında tabak, çatal, bıçak, kaşık yoktu, bunları Osmanlının son dönemlerinde sadece elit bir kesim kullanmaya başlamıştı. Sağlıklı yaşam için temel gereksinim olan beslenme yetersizdi, her ne kadar garip görünse de Anadolu insanı henüz ekmek yapımından bile habersizdiler. İnsanların karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle doluydu. Sıtma ve verem tedavi edilemeyen ve bir türlü önlenemeyen hastalıklardı. Bit ve pire hastalık saçıyor, insanlara rahat yüzü vermiyor, uyutmuyordu. İlaç olmadığı için de parazitlerin önüne geçilemiyordu, o zamanlar halk arasında söylenen ünlü bir söz vardı; ''pire itte, bit yiğitte bulunur'' parazitler doğal karşılanıyordu, fakat insanları perişan ediyor aynı zamanda hastalığı insandan insana taşıyorlardı, âşıklar pire için bile destan yazıyordu.