Yazarın düşüncesi bilgisiyle zenginleşip özgünleşir, özgürleşir. Biriktirdiklerini yazının sanatıyla icra ettiğinden büyünün bozulması için yapıtın ortak kullanıma sunulması zorunludur. Aksi durum bilgi ve düşüncelerinin anlamsızlığıdır. Yapıt soylular için bir haz aracı iken emektarlar için ise bir dönüşüm aracı işlevi görür. Yazar bunun neresindedir diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Yazar ikisi arasında katalizörlüğünü yapar. Haz ile dönüşümü ortaklaştırır. Yapıtını sadece bir sınıfa hitaben yazmaz ki! Bir sınıfın ruh hallerini yazarken de tüm insanların ortaklaşan ruhlarına hitap etmeyi amaçlar. Farklı oluşu ise yazarın kendisidir. Kendi benliğidir, kendi ifadesidir, kendi anlamıdır. Bundandır bir konuyu veya olayı binlerce kişinin yazması… Olay, olgu, nesne aynı olabilir. Ancak algılama, kavrama, yorumlama tamamen farklıdır. Okuduğunuz her metinden ayrı bir haz almamızın nedeni de budur. Bilgi düzeyimizin farklı oluşu da hazzımızın farklılaşmasının nedenidir. Sınıfsal karakterimiz algı, kavrama, yorumlama ve tat almamızın ölçülerine uzanır.
Hiçbir şahıs dünyanın dönüşüne engel olacak güçte değildir. Bu nedenle dünya kaybolan her insan için ağlamaz sonsuza dek. Gidenlerin yerini yenileri alır, devran döner. Bundandır hiç kimse sonsuz kudrete sahip olmayıp, ölümlü oluşu onun güçsüzlüğünün kanıtıdır. Gidenlerin ardından yaptıklarının muhasebesi kalanları bir süreliğine oyalar, unutulur ve bilinmezliğe karışırlar. Yaptıklarıyla bir süreliğine anılır ve yiterler. Zalimliği zulümlerinin zırhına dönüştürenler ise lanetle uğurlanıp, ardından gözyaşı dökecek kimse bulamadan çöplüğün derinliğine karışırlar. Yaşamlarında sürdükleri sefa ise kendi hanelerine kar olarak geçmekle birlikte lanetlenmekten asırlar sonrada kurtulamazlar.
Bu yaşlı gezegen nice kötü ruhları, bedenleri yolcu etmekten yoruldu. O yolun yolcuları uslanmadılar. Safahatları için gezegeni kirletmekten çekinmediler. Hep bela oldular insanlığın başına. Bir yerlerde yazmıştım insanın belalı olduğunu, bela ürettiğini, yaydığını. Hayatın güzellikleri yerine çirkinliği çoğaltmak için uğraştığını. Zalimin zulmü bu kötülüklerin zirvesidir. Her zulüm ruhunu kanatsa da demir gibi dayanıklı olan insan yüreği üstesinden geliyor çoğu kez. Yalnızlığında da ruhundaki yaralarla direnir. Var olma halimidir nedir bilinmez inatla bir direnç gösterir. Zamanın her şeyin ilacı düşüncesiyle sessizliğe katlansa da anılara hürmetten öfkesini bastırır. Her patlamanın sonu gelmez öfke seline sürükleme endişesiyle içe kapanır, ruhunu, sesini dinler. Sakin olması gerektiğini zalimin zulmünün sonsuz olamayacağını kulağına fısıldar. Ayrıca zulmün sessizliğin yenilgisine mahkûm olacağını da… Bundandır olgunlaştıkça, kendine döndükçe, kendini tanıdıkça kimseyle uğraşmak istemiyorsun. Hayata bir başka bakıyorsun. Olgunlaşmak istemeyen, çocukluk hastalığına yakalanıp orada takılı kalan insanlardan uzaklaşıyorsun. Yazarak huzur bulmak istiyorsun.
Yabancısı olduğun topraklara ait olma duygusu ruhunu ele geçirmişken ondan uzaklaşmanın bir aracı olarak yazıya sığınıyorsun. Yazmak biraz da kendinle kalmaktır. Yalnızlaşıyorsun. Sakın yalnızlaşmanın kötü bir şey olduğunu düşünmeyin. Belki bir sığınak olarak düşünenleriniz olabilir. Zalimin zulmünden uzak durmanın, onun kötülüklerine isyanın bir başka biçimi… Sözcüklerin diliyle silah kuşanmanın, zırhına bürünmenin bir aracı. Ayrıca en etkili yok edici, öldürücü silahlardan daha etkili bir güçtür sözcüklerin aktarımı. Hiçbir güç onun karşısında uzun süre zulmünü sürdüremez. Yürekleri incelttiğinden, ruhları aydınlattığından zalimin öfkesini, hırsını, öldürücü gücünü yok ettiğinden kelamın gücüne inandığım gibi sözcüklerin etkisine ve vurgusuna da inanırım. Yalnız olan insanı çoğaltması gibi. Aslında bütün insanlık şatafatlı, gösterişli görüntüsüne, ulaşılmaz sanılan gücüne, imrenilecek yaşantısına rağmen büyük bir yalnızlık içerisindedir. Yazar bu yalnızlığın tanığı olarak kahramanlarıyla yaptığı yolculuklarda, konakladığı kentlerde, uğradığı limanlarda, yaptığı gezintilerde ruh hallerinin iç çelişkileriyle karşılaşmanın hüznünü yaşar. Bu yalnızlığın hikayesini yazarken yabancı diyarlarda mezar taşlarının yeni isimleriyle karşılaştıkça geçmişinden kopan veya kopmak zorunda kalıp mesken tuttukları yeni diyarlardaki yalnızlıkları yazmanın hüznünü de yaşarım. Her hikâyede kendimizi arar veya bir parça buluruz. Biraz da asırlar öncesinin unutulmuş geçmişine uzanırım. Mezar taşlarına bakarken belki de o geçmişe ulaşma isteğinin, arzusunun yarasını iyileştirme derdindeyim.
Bir yabancıyı gittiği ülkeye bağlayan en önemli iki şey, kokusu ve ölüleridir. Oranın yabancı kokusu sizi içine çektikçe alışır, oraya bağlanırsınız. Yabancılık duygusu azalır ve zamanla kaybolur. Mezarlıklarına ölülerinizi emanet olarak bıraktıktan sonra ise orası sizin için yabancı diyar olmaktan çıkar, evinize dönüşür. Bu duygusal bağlarla birlikte geride bıraktığınız atalarınız ve hatıralarınız önce gözünüzde sonra da zihninizde solgunlaşır, grileşir ve kaybolmaya başlar. Güçsüz, korunaklı bir varlık olarak göç yolculuğunuz biter, dönme arzusu ve isteği azalır. Artık oranın parçası olmaya alışmanız gerektiğine inanmaya, diken üstündeki yaşamınız kazıkla, halatla bağlanır hale gelir. Geçmiş ruhumuzun griliğine bürünür. Solar, soldukça kokusunu yitirir. Eski koku kaybolur, yeni kokulara alışır ve benimsersiniz. Yeni kokusuyla toprağa emanet bıraktıklarınızla birlikte orasıdır yeni yurdunuz ----vatanınız, memleketiniz, yuvanız, eviniz --- ve değişime, dönüşüme uğramak zorunda kalırdınız. İlk zamanların güçlü özlemi acaba gidip görse mi fısıltısına yerini bırakır.