Osmanlı’da ilk matbaa İbrahim Müteferrika tarafından 1728 yılında kurulmuştur. Müteferrika Macar asıllı kalvinist bir ailenin çocuğudur ve 1692 yılında savaş esin olarak alınmıştır. Daha sonra Müslüman olmuş, kısa zamanda zekâsı ve çalışkanlığıyla önemli mevkilere gelmiştir. Bu başarılarından ötürü 1728 yılında matbaa açma iznini almıştır.
    İbrahim Müteferrika 1728-1742 yılları arasında 17 eser basmıştır. Bunlardan 11’i tarih, 3’ü dil, 1’i askerlik, 1’i coğrafya ve 1’i de mıknatısla ilgilidir.
    Tüm bu eserlerin baskı adedi 13200’dür. 1742 yılında İbrahim Müteferrika bir başka göreve atanır. Bunun sebebi de herhalde matbaa alanında istediği sonucu alamamasıdır. Böyle zeki bir insan fazla gelişme göstermeyen bir kuruluşun başında kalamazdı. Onun aktif kişiliği buna uygun değildi. Bundan dolayı matbaa işinden ayrıldı. İbrahim Müteferrika ayrıldıktan sonra matbaanın baskı adedi daha da azaldı. 1742-1784 yılları arasında 42 yılda sadece bin adet kitap basılabilmiştir. Bu durum Osmanlı’nın bir başka yüzünü gösterir.
    Yazılı eserler toplumların gelişmişlik göstergesidir. Yazma ve okuma alışkanlığını toplum olarak kazandığımız pek söylenemez. Günde üç binden fazla çocuğun doğduğu, iki binden fazla insanın sigara içmeye başladığı ülkemizde acaba kaç kişinin okuma alışkanlığı var? Çevremize baktığımızda anılarını yazan kaç kişi görürüz? Böyle güzel alışkanlığımız pek yok.
    “Neden okuma yazma alışkanlığımız pek yok?” diye sorduğumda gazetemizin Sahibi SALİH GÜNER şöyle dedi: “Yazmak ve okumak zahmetli bir iş. Bizim insanımız zahmetli işleri pek sevmez. Seyretmek zahmetsiz olduğu için seyretmekle yetinirler.”
    İnsan içinde yaşadığı çevrenin bir ürünüdür. Aynı toplum aynı nitelikte insanlar yetiştirir. Kişiliğimiz, alışkanlıklarımız çevre şartları içinde oluşur. 
    Bizim toplumumuzda konuşmak, yazmak değil de susmak değer sayılmış. Onun için de büyüklerimiz “Bin dinle, bir söyle” derler. “Allah insana niçin iki kulak, bir ağız vermiş? İki dinlemesi, bir konuşması için” derler. 
    Bir insanı övmek için “Ağzı var, dili yok” derler. Ağzına kilit vurmak, sözüne ne demeli Allah aşkına, kilit vurulacak yer mi ağız? Bırakalım gülsün, söylesin.
    Konuşmamak, yazmamak kimilerinin işine gelir. Fakat ölçüyü olmak gerekir. La Fontain bu konuyu ne güzel açıklamış: “Konuşmak iyidir, susmak daha iyi. Aşırıya kaçınca ikisi de kötüdür.”
    İşin garibi susmak konuşmayla birlikte ortaya çıkıyor. Tek başına susmak diye bir şey yok. Önemli olan yerinde susmaktır, yoksa susmak bir değer ifade etmez. Süt dökmüş kedi gibi susmaktan ne çıkar! Konular ne kadar da birbirleriyle ilgili.
    Yazmak, konuşmak, susmak ancak birbirleriyle anlam kazanıyor.