Cumhuriyet'in ilk yıllarından bir portre:

TOSUN AĞA

11 Aralık 1964'te kaybettiğimiz Kırşehir Tarihi yazarı Cevat Hakkı Tarım vefatından onbeş ay önce 10 Eylûl 1963 tarihi ve “C. Tarım” imzasını taşıyan “Tosun Ağa” başlıklı bir yazısını gazetemde yayınlanmak üzere vermiş, ancak yazı bugüne kadar yayınlanmamıştı. 61 yıldır arşivimde koruduğum yazıyı okurlarımıza sunarken Cevat Hakkı Tarım'ı bir kere daha saygıyla anıyoruz. 

İşte, yıllar sonu çocukluk çağımın sisli perdesi arkasından bana tatlı tatlı gülümseyen hayal olmuş bir sima: Tosun Ağa...

Her akşam yemekten sonra bizim selâmlıkta toplanan komşular arasında küp gibi yuvarlak ve hareketli vücudu, dolgun ve pembe yanaklarını çevreleyen kırçıl ve top sakalı, yaz-kış giye giye rengini atmış, birkaç yerinden yamalı, fakat tertemiz sakosu, güzel ve düzgün konuşmasiyle Tosun Ağa'yı ben kitaplarda resimlerini hayran hayran seyrettiğim Budda heykellerine benzetirdim.

Çoğu vakit babamla ilmî sohbetlere dalarlar, misafirler onları sessiz sessiz dinlerlerdi. Bilhassa onun yıldızlar bilgisine derin bir vukufu vardı. Bizden okumak üzere aldığı kitaplar arasında Ahmet Cevdet Paşa'nın cilt cilt tarihlerini, kızı Fatma Aliye hanımın “Muhazerât” (Muhazere: Edebî ve tarihî  musahabe ve hikâye) adlı büyük romanını, küçük küçük felsefe tarihlerini, Ahmet Mithat Efendi'nin “Kırk Ambar”, “Kâinat”, “Hasan Mellah” gibi eser ve hikâyelerini, Draper'in “Niza-ı İlim u Din” (İlim ve Din Kavgaları) tercümesini, “İbn-i Haldun Mukaddimesi”ni, Manastırlı İsmail Hakkı hoca merhumun “Risâle-i Hamidiye”sini, musavver “Servet-i Fünun” ve “Malûmat” dergilerini hatırlıyorum.

O beş vakit namazını kılıp orucunu tutmakla beraber mutaassıp değildi; melâmete kaçan, her şeyi hoş gören, deryâdil bir meşrebe mâlikti. Adına ve bilgisine bakıp da eşraftan bir beyzâde, bir medresede müderris, bir okulda hoca sanmayın. O çarşıda bekçibaşı idi. Oda dağılınca fenerini ve sopasını alır, doğruca çarşıya gider, dükkânları ve bekçileri kontrol ettikten sonra bir köşe lâmbasının sarı ve titrek ışığı altında Türkçe, Rumca ve Ermenice gazetelerini okurdu.

Hürriyet ilân edilince memlekette yepyeni bir devrin başladığına candan inanan Tosun Ağa kendini bütün bütün İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin hizmetlerine vakfetmiş, partinin değerbilir başkanı Rahmi Bey (Ortaokulun son sınıfında iken müdürümüz olan bu faziletli ve bilgili insan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Sivas mebusu bulunduğu sıralarda vefat etmişti) bu sevimli ihtiyarı kulübün kütüphane memurluğuna tâyin etmek suretiyle bekçibaşılıktan kurtarmıştı.

Ara sıra kitap ve gazete okumak için kulübe uğradığım vakit kimsecikler yoksa Tosun Ağa ile baş başa verir, sohbetlere dalardık. Evde okumak üzere istediğim yeni bir roman veya mecmuayı -yasak olmasına rağmen- bana vermekten çekinmezdi.

Okula başlarken eşinin eliyle dokuyup armağan ettiği, bir yüzünde kahverengi zemin üstüne siyah ve kırmızı ipliklerle işlenmiş Osmanlı hânedanının o meşhur arması, öbür yüzünde “Kocaağazâde Cevat Efendi'ye yadigârımdır” yazısı bulunan halı çantayı yıllarca taşımıştım.

Şimdi kendi kendime düşünüyorum: Saraylarına kapanmış, dünyadan habersiz padişahların, okuyup yazmaktan mahrum vezir vüzerânın saltanat sürdüğü o devirlerde bir kapıya kul olanlar beşikten ulemâlık, kahve ocağından mutasarrıflık pâyelerine yükselirlerken Tosun Ağa yolunu yordamını bulup da el-etek öpmesini bilseydi her halde rütbe-i bâlâ ricali arasında yer alır, cülûs, bayram ve selâmlık günlerinde sırmalarla işli cici elbisesinin içinde göksünü süsleyen türlü türlü nişanları pırıl pırıl parlayarak kurulduğu arabasından sağa sola selâm vere vere geçişi yürekleri hop hop hotlatırdı. Onun tombul vücudu, pembe yanakları, top sakalı bu kılığa ve çalıma ne de güzel yaraşırdı.

Şu bizim Anadolu'da ne değerler hiç hiçine sönüp gitmişlerdir.

CELÂL TEKİNER'in yayınlanmamış yazıları

TOPRAĞIMDAN

GÜÇCÜK KIZ

Suludereli bir kadın kapıdan çıkıp sokaktan giden öbür kadının arkasından seslendi:
- Bizim güçcük kız sizde mi Esme gııı?
- Bi bahele!
Bu güçcük kız sarışıın mıydı?
Belki.
Esmer miydi?
İhtimal.
Beyaz mıydı?
Mümkün.
Benzi, saçı, gözü ne renkte olursa olsun her halde sevimli, tatlı, cana yakın, sıcaktı.
Büyüyecek miydi?
Evet.
Okuyacak mıydı?
Evet.
Yetişecek miydi?
Evet.
... Gelin de olacaktı.
... Anne de olacaktı.
... Nene de olacaktı.
Hayatının her devresinde vatan ve milletini sevecek, milliyetini övecekti.
Bâzan kitap okuyacak, bâzan iş işliyecekti.
... Ve bütün bunların üstünde ihtimal bir “ulu kadın” olacaktı: ANATÜRK...
Çünkü bu güçcük kız o anda bir başkasının değil, benim gönlümün gızıydı.
                   
Türk kızından umulan şey ki büyük bir haldir,
Bütün ikballerin üstünde olan ikbaldir.