Mart ayındayız, herhalde çiğdemlerin çıkma zamanıdır ama çok uzun yıllar çiğdem çıkarmaya gitmediğim için doğal olarak tam olarak saptayamadım. Ama on gün önce veya sonradır. Doğa uyanışının ilk habercisidir sarı sarıçiğdemler. Cemrelerle beraber ilkbahara herkesten önce merhaba derler. Benden de size merhaba sarıçiğdemler.

Ben çiğdemi nedense hiçbir zaman bir çiçek olarak düşünemedim. Çiçek benim gözümde farklı bir şeydi. Bahçemizin veya avlunun belli yerlerine annelerimiz türlü renklerde koca koca güller veya kadife çiçekleri ekerler, budarlar, sularlar. Onlarda renk renk büyür, kokar, çevreye ayrı bir güzellik katardı. Benim çocukluğumun çiçekleri bunlardı. Zaman geçip bizde büyüdükçe yüzlerce çeşitli çiçeklerle tanıştık. Bahçelerde, saksılarda, vazolarda türlü renk, türlü kokularla tanıştık. Ama çiğdemi ne bir saksıda ne de bir vazoda, varsa bile ben görmedim. Çiğdemi bir doğa süsü gibi gördüm. O doğanın ilkbahar habercisidir. Uzayıp giden kırlar da sarı sarı açarak gözlerimize renk vererek baharı çağırırlar.

“Çalı dibinde çıra yanar.” gibi bilmece sorularına konu olan çiğdem, benim için ise bir kazanç aracıydı. Şubat sonları veya mart başlarında elimizde küsküçlerle kırlara açılırdık. Mahallede belli arkadaş gruplarımız olurdu. Soğuk, kar, kış, yağmur demezdik, bir tatlı heyecanla adeta birbirimizle yarış ederdik. Kim çok çıkarırsa en çok kârı o yapardı. Çıkardığımız çiğdemleri yirmişer adet olarak bağlardık. Bunları bir su içine çiçeği solmasın diye koyardık. Ertesi gün sınıfımızda veya okulda kim isterse bağı on kuruşa satardık. Müşterilerimiz ise genelde çiğdem çıkarmaya gidemeyen memur çocukları olurdu. Biz onlara “muhallebi çocukları” derdik. Evden okula, okuldan eve giden ancak okul bahçesinde veya evin önündeki sokakta oynayan çocuklardı. Biz ise kır çocuklarıydık. Günümüz sokaklarda, kırlarda bahçelerde geçerdi.

Çiğdem yağmurlar yağıp, güneş de toprağı ısıtınca hafif yeşillenen doğada o güzelim rengiyle, kaya diplerinde yanan birer lamba gibi görünürler. Toprağın allı güllü süslü elbisesidir. Bu sarıçiğdem var ya, Veysel’in türkülerine ses olmuştur. Kızlı erkekli ergen gençlerin döşüne süs olmuştur. Biz kırsal mahalle çocuklarının cebine harçlık, çıkarmaya gidemeyenlerin damaklarına tad olmuştur.

Bir de dut ağacı vardır. Bilmem meyvesini sever misiniz? Ben çok severdim. Çocukluğumda herkesin avlusunda bir erik, bir de dut ağacı olurdu. Şimdi o avlular koca koca apartmanla doldular, ne dut kaldı ne de erik. Çiğdem zamanı geçtikten sonra ilkyazda önce dutlar olgunlaşırdı. Kocaman yaprakların arasında serçeler ve karasığırcıklar doluşur cıvıl cıvıl öterlerdi. Sesleri benim için bir Mozart bestesinden daha güzeldi. Dutlar olgunlaştı mı, eşeklerle pazara gelip geri köye dönen köylülere tepsi tepsi verilirdi. Çünkü o yıllarda pazarlarda dut satılma kültürü yoktu. Ara sıra gittiğim mahallemizdeki ne evler kalmış, ne dut ağaçları, ne de o serçeler. Peki, o sığırcıklar nereye gitti? Yıllar var ki, tek sığırcık kuşu göremiyorum.

Yaş yetmişi geçince, geçmişe çok özlem duyulur derlerdi büyüklerimiz. Demek ki, o çağlara gelmişiz. Çünkü memleketime her gidişimde nedense hep çocukluğumu yaşıyorum, arıyorum. Ama anılardan başka hiçbir şey bulamıyorum. Bu doğa hepimizin beyler. Eli baltalı, önü kepçeli rant canavarları birer birer, adım adım güzelim doğayı yok ediyorlar. Bizler de seyrediyoruz. Çocuklarımıza bıraktığımız miras talan edilmiş doğa ve koca koca beton yığınları.

Ben çiğdemle süslü kırlarımı, kekik kokan dağlarımı, gül üzümlü bağlarımı, toprakta beyaz beyaz patlayan göbelek dolu yaylaları çok özlüyorum. Çocukluk yıllarımız, çocuklarımız ve şimdiki torunlarımız! Tabletiniz, bilgisayarınız, internetiniz, yüzlerce rengârenk oyuncaklarınız da olsa çok şanssız bir nesilsiniz be torunlar….