“… Böbreklerimden çok rahatsızdım. Bir kağnı ile ve zorlukla Kayseri’ye, oradan da hemen, o günlerde henüz gelmiş olan trenle Ankara’ya gittim. Ulus’ta, şimdiki İşhanının bulunduğu yerdeki Bakanlık Binasını, sorarak buldum. Yapının, arka kapısı önündeki küçük bahçede bir tahta sıraya iliştim. Sancılardan kıvranıyor, ne yapacağımı bilemiyordum.

O sırada bir araba geldi, içinden iki kişi çıktı, bunlardan biri bana sordu:

--- Siz kimsiniz?

--- Mualimim…

--- Muallim burada oturmaz, dedi.

Ben, yasak olduğunu sanarak ayağa kalkarken büyük bir acı duyuyordum. Konuşan kişi:

--- Hem de hasta muallim! dedi. Bu iki kişi kolumdan tutarak beni içeriye götürdüler, bir koltuğa oturttular. Benimle ilgilenen bu kişi, meğer Bakan Mustafa Necati imiş. Çay getirttikten sonra durumumu sordu. Saymanlık müdürünü çağırttı, bana para getirmesini söyledi.

--- Teşekkür ederim, param var, dedim.

--- Biliyorum, dedi.

Saymanlık müdürü para getirdi. O arada demiryollarına telefon edildiğini öğrendim. Yataklıda yer ayırtmışlar. Bunlar anladım ki, beni İstanbul’a hastaneye gönderiyorlar. Bu arada yazılmış bir mektubu bana verirken de:

--- Bunu İstanbul’da Cerrahpaşa Hastanesi Başhekimine vereceksin, dedi.

Arabasıyla beni İstasyona gönderdi. Orada beni aldılar, yataklıda ayrılan yerime yerleştirdiler. Bir demiryolu görevlisi, ne gereksinmem olursa kendisine bildirmemi söyledi.

Bunlar olurken sanki böbreklerimdeki sancılar kesilmişti. Trendeki yerimde, bu düşleyemeyeceğim ilgi ve tutuştan, sevincimden ağlıyordum.

İstanbul’a varınca, beni karşılayan birisi Cerrahpaşa Hastanesine götürdü, başhekime tanıttı. Bakanımın mektubunu başhekime verdim, okuduktan sonra "hiç kaygılanma, ameliyatın yapılacak, kurtulacaksın.” dedi. Beni çok temiz bir yatağa yatırdılar. Ameliyatın ertesi günü, başhekim elindeki bir telle beni sormaya geldi; anladım ki, Bakanımız durumumu sormuş. Hastaneden çıkınca Ankara’ya geldim. Yine Bakanlığın o kapısında beklerken Necati Bey geldi. Bu kez ayakta ve sağlam idim. Beni görünce gülmeye başladı. “Geçmiş olsun” dedi, elimden tuttu, odasına götürdü, oturttu.

--- Seni artık kente alalım, böbreğin tek kalmış, dedi.

--- Teşekkür ederim Efendim, sizin ülkünüz köydür, ben de köyde çalışacağım.

--- Kentte de gereklisin, ya sağlığına bir terslik olursa?

--- Ne olursa olsun, köyümde çalışacağım, dedim.

--- Öyleyse ufak bir rahatsızlığın olursa, doğruca bana geleceksin, dedi.” 

[Mustafa Necati Bey, 1925- 1928 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. Bakan olmadan önce avukatlık ve öğretmenlik yaptı. 14 Mayıs 1919 günü, halkı ertesi günü başlayacak Yunan işgaline karşı direnişe çağırdı. Çıkardığı “İzmir’e Doğru” Gazetesi ve başlattığı direniş ile, halkı Kurtuluş Savaşına katılmaya çağırdı.  34 yaşında iken, görevi sırasında vefat etti.]

(Şarkışlalı Başöğretmen Cengiz’den aktarılan Rauf İnan, Mustafa Necati, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1980)

**

Cumhuriyet’in ilk yıllarında dönemin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, Kırşehir Valisi’ne telgraf çekerek “Şehrinize öğretmen gönderiyorum, onu karşılayınız.” der.

*

“Rus-Japon deniz savaşında (1904-1905) Rusya donanmasını tamamen yok eden Amiral Togo Heihachiro, Doğu’nun Amiral Nelson’u olarak bilinir. Bu büyük amiral emekli olunca, Japon imparatoru onu bir ödülle onurlandırmak ister. Amiral, ödül olarak köyünde bir öğretmenlik kadrosu diler. Bu isteği reddedilir. Öğretmenliğin çok özel meziyetler taşıyan ve kendine has bir profesyonellik gerektirdiği söylenir. Amirale kont unvanı verilir. Ama Amiral Togo, köyünde öğretmen olmakta ısrarlıdır. İmparator ona, çocukların eğitiminin çok farklı ve önemli olduğunu tekrarlar; fakat kendisini çocukluk çağını geçen veliaht imparator Hirohito’ya danışman olarak atayabileceğini söyler. O da bu öneriyi kabul eder.

Öğretmenlik çok önemli ve özellikleri olan bir meslektir.”

[Cengiz Kuday, Neşterden Keskin Kalem kitabından]

**

Songül Ekincioğlu Kayseri’nin Konaklar Köyünde öğretmenlik yapmaktadır. Songül öğretmene, köyden çıkıp gitmiş ve büyük şehirde yaşayan arkadaşından mektup gelir. Mektupta arkadaşı; ‘Gel! Bırak köyü de büyük şehre gel.’ diyor. (Yıl 1972)

Songül öğretmen bir cevap yazdı arkadaşına; “Gelmem!” dedi ve anlattı niçin gelmeyeceğini:

         “Akşam yorgunluğunda aldım

Mektubunu.

Ellerim tebeşir tozuydu

Yıkamak istedim

Su yoktu.

 

Biliyor musun?

Ömer dersine çok çalışmıştı

Bugün.

Hacer yine saçlarını taratmamış,

Emine parmağını kesmiş,

Kalem açayım derken.

İşte onlarla dolu

Bir günümü daha geride bıraktım

Yorgunum

Mutluyum o kadar da.

 

Satırlarınca yıkıldım

Akşam yorgunluğunda

Yanık bir türkü inler gibi

Köyümün havasında

Iraktan bir kaval

İşler yüreğimin derinliğine,

Yine seni duyarım içimde

İster istemez.

Bu yanık türküleri unuttun değil mi?

Kaval sesi duymayalı çok oldu.

 

Ben Anadolu’da

Yaşamın en katısında

Koca kentleri anımsarım,

Arada bir

Boğulacak gibi olurum,

Bir ağırlık çöker üzerime.

Ben tozlu yollarda bir başıma

Öylesine iç içeyim ki insanlarla

Seni anımsarım çok zaman

Kaçar gibi gidişini

Unutuverişini yaşamının ilk yıllarını

 

Sen sanki kağnı arabalarına binmedin mi hiç?

Bostan tarlaları beklediğin olmadı mı?

Gaz lambasının ışığında

Anan çıkarmadı mı ayağındaki dikeni

Bacın onarırken tek giysini

Öylece beklemedin mi yanıbaşında?

Senin canın

Kırmızı şeker istemedi mi sanki?

 

Kızgın toprakta ayağın acırken

Sövmedin mi kendi kendine?

Kar diz boyu olunca

Daha bir zor olmadı mı

Okula gitmek?

Bir kundura özlemi çekmedin mi?

 

Kör kuyulardan su beklediğin

Arpa ekmeğini gevelediğin günleri

Unuttun mu yoksa?

 

Kaçar gibi gittin Anadolu’dan

Şimdi beni de çağırıyorsun ha?

 

Gelmeyeceğimi

Gelemeyeceğimi bile bile

 

Bu son yanıtımda

Ben sana ”Gel” diyorum

Bırak o batak kenti

Sana yeniden öğretirim

Bu yaşamı

Bu insanları sevmesini

 

Sen yıllar önce neysen

Yıllar sonra doğanlar

         Yine aynı

Değişen bir şey yok.

Onların da kışın ayakları üşüyor,

Onlar da imreniyorlar

Giysisi güzel olanlara.

 

Onların da canı

Kırmızı şeker istiyor

Ayaklarına diken batıyor üstelik.

Onlarda seni buluyorum hep

Sen daha kaçıyorsun.

 

Unutma

Geç kalmış olacaksın,

Bu köyler bizim köylerimiz

Sen gelmezsen

Su akmayacak çeşmelerden

Karanlık bırakmayacak bizi hiç

Sen gelmezsen

Ve

Yaşama doymadan kapanacak gözler.

 

Gel sen,

Güçlenelim birlikte.

Gel ki

Bu kısır döngüden kurtulsun

Çocuklarımız

 

Durma artık,

Geç kalacaksın.

Gel, sen, gel ki

Birlikte seyredelim

Güneşin doğuşunu.”