Her yazarın bir odası vardır. O oda; evin bir odası, kütüphanenin bir masası, cafenin bir koltuğu… Olabilir. Kendini huzurlu, rahat ve hikâyenin içinde bulduğu yer, her neresiyse… Bu nedenle katı kurallarla hareket etmesi yazımını kısıtlayıp, özgürlüğünden feragat anlamına gelebilir. O odada gerçeği aramaz veya ulaşmaya çalışmaz. Kendi gerçeğiyle yolculuğuna çıkar.

“Bir konu oldukça tartışmalıysa hiç kimse gerçeği bilemez.” Çünkü herkes kendi gerçeğiyle yaklaşır. Gerçeğe ulaşma şansımız çok azdır. Ancak konuyu tartışmadan ortak bir gerçekte buluşma şansınız yoktur. Bir konuyu serinkanlılıkla, öfkeden uzak tartışmanız halinde hem okuyucu, hem dinleyici açısından verimli sonuçlara ulaşabilirsiniz. Ben elimden geldiğince öfkeden uzak durarak odamdaki hazinelerle sizi buluşturmaya, kilitli sandığımı açmaya çalışıyorum.

Benim anlatacaklarım bana ait olup mutlak gerçeğin kendisi değildir. Zaten mutlak gerçek diye bir şey de yoktur. Zamana, mekâna ve insana göre gerçek değişiklik gösterir. Bir önceki çağın gerçeği günümüzün gerçek dışına dönüşüp anlamsızlaşabilir. Okuyucu ve dinleyici de bu gerçekle yola çıkarsa; benim kısıtlamalarımı, önyargılarımı, kurgularımı, mizacımı gözlemleme şansını yakalar ve kendi yolunu çizebilir. Bu nedenle yazdıklarımdan ve söylediklerimden yola çıkarak kabullenme veya ret hakkınızın olduğunu peşinen söylememe izin verin.

Karşınıza çıkmadan önce bir yazar olarak uzunca bir süre düşünüyorum. Gerçekle yalanın, doğru ile yanlışın iç içe geçtiği bazen de kaybolduğu bir yaşamın izini sürerken makul, anlaşılır olmaya çalışıyorum. Sabrınıza sığınarak anlatmaya çalışıyorum. Arada ukalalık yapma hadsizliğine düşersem lütfen anlayışlı olun. Önyargılarınızdan sıyrılarak sabırla okumaya ve dinlemeye çalışın. Anlatılanları veya yazılanları zaten biliyorum, yeniden sizden duymak anlamsızdır serzenişinizi de duyar gibiyim. Ancak en iyi bildiğini sandığımız şeylerin aslında kıyısında dolaşırken ne kadar uzak olduğumuzu görmenin şaşkınlığı ruhumuza gri bir ışık olarak girerken, yüreğimizin bir taraflarında şüphelerle bizi rahatsız etmeye başladığında anlarız.

Şüphelerle merakın peşine takılırız. Bizi bir başka varlığa dönüştüren veya yaşamımızı aydınlatan, karartan merak. İnsanlığın geçirdiği bütün gelişim ve değişimlerin motor gücü merak. Meraksız insan; ıssız çölde veya uçsuz bucaksız okyanusun maviliklerinde pusulasız birine benzer. Yönünü tayin etmesi, hedefine ulaşması, geleceğini kurgulaması mümkün değildir. Huzurun ve sessizliğin ruhumu ele geçirmesini istediğimdendir merakın peşinden sürüklenmem. Peşine takıldığım o merak; bazen çağlar öncesinin karanlığını, içindeki mum ışığının aydınlığının gücüyle buluşturur, bazen sıkıcı yaşamlarla, bazen de derin boşlukların, kederlerin sızısıyla… Olaya nasıl baktığınıza veya görmek istediğinize göre değişir. Ancak yolculuğun dikensiz, düz olduğunu düşünmeyin.

Hayatın kendisi bazen yüke dönüşürken, başka hayatların yüküyle kendinizi çok yormayın. Ütopyalarınız yoksa merak size ulaşmaz veya ruhunuzu teğet geçer. Elbette herkesin dünyayı ve insanlığı değiştirecek ütopyalarının olmasından söz etmiyorum. Hayat her durumda çetin bir mücadeleyi gerektirir. Kimi hayatta kalmak için, kimi gücünü pekiştirmek için, kimi varlığını ispatlamak için. Her birimizin farklı beklentileri ve amaçları var iken hayatın kolay olduğunu söylemiyorum. Ancak asıl zorluğun bütün derin çelişkilere, açmazlara, aradaki uçurumlara rağmen söz sahibi olma kaygısını içinde barındırdığına inanıyorum. Çağlar süresince insanın kendisi dışındaki insanlar üzerinde her türden güç sahibi olma isteği ve amacı hayatı zorlaştırmaktan başka sonuçlar doğurmamıştır. Bir hayal dünyasında yaşayan bizlerin kendimize güvenmek dışında bir seçeneği de maalesef yok. Korumasız bir bebekten farksızken ne yapmalıyız. Sorun burada düğümleniyor. Kendimize güveni nasıl sağlarız, bu kadar güçsüz ve çaresizken.

Yazdıklarımla, yazmayı tasarladıklarım arasında kopukluk olmasının olağan ruh halini yaşarım, bazen. Çünkü hiçbir kitap tasarladığımız, düşlediğimiz biçimiyle kurgulanarak yoluna devam etmez. Farkında olmadan veya istemeden araya dalan yeni kahramanlarla ve olaylarla yolundan sapıp, arızalanabilir. Kafanızdaki kurgu ile bitiş arasında hayretle karşıladığımız ve kendinizin de inanmakta zorlandığınız bir final ortaya çıkabilir. Aslında yazmaya başladığınızda nereye sürükleneceğinizin bilinmezliği içerisinde akışa bırakırsınız.

Vermek istediğiniz mesaj; örneğin erkek egemenliğine bir çığlık; kadının koruyuculuğuna, yüceltilmesine dönüşebilir. Veya geçmişin yeniden yaşatılmasına. Bu o anki ruh haliniz ve toplumsal hiyerarşi ve etkilerle ilintilidir. “Kadınlar yarasalar ya da baykuşlar gibi yaşarlar, canavarlar gibi çalışırlar ve solucanlar gibi ölürler.” Bin dokuz altı yüzlerin İngiltere‘sinde kadınların içinde bulundukları yaşam ve düşünme koşullarını bundan daha iyi tanımlayamazsınız. Gerçek bütün çıplaklığıyla asırlar sonrasının birçok toplumunda karşımıza çıkıyorsa yazar içtenlikle değinmek, yazmak, sorgulamak zorundadır. Evet, doğru bu durumu yaşayanların çoğunluğu dert edinmezken odamdaki kalem dert olarak karşıma çıkarıyor ve sözcüklerle yeniden buluşturuyor.

Çoğunluğun umursamazlığı insanlığa ait umutların canlılığını sönükleştirse de şair ve yazar bütün sefaletine rağmen katlanır o çileli, yorgun, yıpratıcı serüvene… Kiminiz buna kör bir tutku olarak bakabilir, değil….