İçimde engel olamadığım kor ateş, kafamda ise bin bir soru… Sabaha kadar uyuyamadım. Hafta sonu hasta gibi evin içinde dolandım durdum. Pazartesi günü İrem’i her zamanki saatinde, her zamanki yerden aldım. Çaktırmadan onu dikkatli dikkatli süzüyordum. Diğer günlerden farklı bir şey fark etmedim İrem’de. Önceki günlerdeki gibi çocuklarla oynuyor, eğleniyordu. Bana bakmıyor, konuşmuyor, ciddiyetini koruyordu. Ben de cesaret edip ne soracağımı bilemiyordum.

Bu gizemli kıza olan merakım gün geçtikçe daha da artıyordu. Onu her zaman aldığım yerden alıyor yine orada bırakıyordum. Arkasından onu takip edip evini öğrenmek istedim ama bir türlü başaramadım. Pazara, markete gidiyor sonra da ara yollarda kaybolup gidiyordu. Akşam karanlığında onu bıraktığım benzinliğe birkaç defa uğradım ama sevdiğimi göremedim. “Bir arkadaşını görmeye gitti herhalde…” diye düşünerek içime ferahlık verdim.

Zamanın akışına bıraktım kendimi… Günler, haftalar geçti. Bir gün akşam geç saatlerde İrem’den telefon geldi. Şaşırarak açtım:

“Eren Bey, şey şey… Sizden yarın için izin isteyecektim…”

Ne diyeceğimi bilemedim. Aylardır yanımda çalışıyordu ilk defa izin istiyordu.

“Olur olur.” dedim. Telefonu kapatırken: “Hayırdır bir sorun mu var?”

“Yok yok, annem biraz rahatsızlandı da onu doktora götüreceğim.”

“Ben geleyim, götüreyim.”

“Yok, gerek yok. Siz işinizden geri kalmayın. Ben hallederim. Sağ olun.” dedi ve telefonu kapattı. İçimde tarif edilmez duygular vardı. Kafam çalışmıyor, bedenim ben komut vermeden hareket ediyor gibiydi. O gün akşam olmak bilmedi. Gözlerimin önünde İrem’in o masum yüzü, kaçamak bakışları vardı.

Öğrencileri evlerinden aldım. Servise binen öğrencilerin ilk sorduğu soru: “İrem abla nerede?” oluyordu. İrem ablalarının olmadığını öğrenen çocuklar, sessizce yerlerine geçip oturuyordu. Arabada çıt çıkmıyordu. Arabada onları oynatan, güldüren, eğlendiren ablaları yoktu bugün. Uyuklayarak koltuklarında oturdular. Hepsi de beş karış suratla arabadan inip, okullarına girdiler.

Ertesi gün, sevgilimi yine aynı yerden aldım. Sevgilimi diyorum çünkü artık duygularımdan emindim. Ondan ayrı kaldığım bir gün, bir yıl gibi geliyordu. Sırf İrem’imi görebilmek için hafta sonları bile bir iki çocuk servisi almıştım.

“Geçmiş olsun. Annen nasıl oldu?” diye sordum.

Hafifçe gülümseyerek:

“İyi iyi, daha iyi…” dedi “İlaçlarına devam edecek.”

Annesinin hastalığı neydi acaba? Demek ki eskiden de ilaç kullanıyordu. İrem’in evine gitmek, annesinin ellerini öpmek isterdim. Böyle terbiyeli bir kız yetiştirdiği için tebrik etmek isterdim. Tabii ki böyle bir şeyi yapacak cesaret bende neredeydi! İrem’in ailesini tanımak istiyordum. Babası ne iş yapıyordu? Kardeşleri var mıydı? Nerede yaşıyorlardı? Kafamda duran soru işaretlerinin belki de en büyüğü ise hâlâ yerinde duruyordu? İrem, benzinliğe niye gitmişti? Bu soruların cevabını elbet bir gün öğrenecektim.

Akşam servisini çekiyordum. Ben evlerin önünde duruyordum, İrem de çocukları arabadan indirip, kapılarının önüne bırakıyordu. İrem, şoför koltuğuna doğru yaklaştı ve fısıldayarak konuştu:

“Eren Bey, Can uyuya kalmış. Yazık yavrucağa, uyandırmasak…”

“Tamam” anlamında başımı salladım. Servisteki tüm çocukları bıraktık. Araba da bir tek Can kalmıştı. Can’ın evinin önüne gelince arabayı durdurdum ve evlerinin kapısını çaldım. Bu arada İrem de Can’ı kucaklamış, kapıya kadar gelmişti.

“Sen niye aldın? Ben alırdım…” demeye kalmadı, kapı açıldı. Can’ın annesi bizi görünce telaşlandı:

“Ne oldu? Can hastalandı mı yoksa?”

“Yok yok, merek etmeyin. Sadece uyuya kaldı.”

İrem, “Siz yatağını açın da ben yatağına yatırayım, uyanmasın.” dedi.

Can’ın annesi önde, kucağında çocukla İrem arkada içeri girdiler. Ben servise doğru ilerlerken, Can’ın annesi, kapıdan çıkan İrem’e para vermek istiyordu.

“İrem, tatlım lütfen al. Can sürekli senden bahsediyordu. İrem ablam, İrem ablam, diyordu. Ama Can’ın bahsettiği İrem’in sen olacağı hiç aklıma gelmemişti. Lütfen al şu parayı.”

“Teşekkür ederim ablacığım ama gerek yok.”

“Gerek yok olur mu canım? Gece gündüz demeden çalışıyorsun. Annene, kardeşlerine bakmaya çalışıyorsun. Üstelik Can’la da çok ilgilenmişsin.”

“Görevimiz ablacığım. Tabii ki de ilgileneceğim.”

Can’ın annesi ne kadar dil döktüyse de İrem’e parayı aldıramadı.

Duyduklarıma inanamamıştım. O günden sonra İrem’e olan ilgim, merakım daha da artmıştı. Bu meraklarımı gidermek için bir gün, servis parasını toplama bahanesiyle Can’ın evine gittim. Kadına bir iki zarf attım. Konuşmayı seven kadın, üzülerek, İrem ve ailesi hakkında tüm bildiklerini anlattı.

Babasını kanserden kaybetmiş. Annesi hastaymış. Evin en büyüğüymüş. Üç kız kardeşine ve hasta annesine İrem bakıyormuş. Gündüz bizim serviste çalışıyormuş, gece de petroldeki dinlenme tesisinin lokantasında, bulaşık yıkıyormuş. Üstelik açık öğretimden de üniversiteyi okuyormuş. Babasından düşük bir maaş kalmış. Evleri kiraymış… Can’ın annesinin anlattıklarını dinledikçe sevdiğim kadına olan hayranlığım daha da artmıştı. Ellerindeki çatlakların, gözlerinin altındaki morlukların sebebini şimdi çok daha iyi anlıyordum. Uykulu, mahmur bakışlarının sırrını şimdi öğrenmiştim. Dalıp giden o bakışlarda meğer ne açılar, ne çileler gizliymiş.

“Aşkım benim, aşkım şimdi seni daha çok seviyorum. Yarenim, sırtındaki yükü sırtlamak, elem dolu dünyana dalmak, yüzünde gülücükler açtırmak istiyorum.”

Ben artık ben değildim, benden içeri bir ben daha vardı.

Hakkında öğrendiklerimi çaktırmadan, İrem’in maaşına zam yaptım. Sekiz ayın sonunda tüm cesaretimi topladım. Akşam saatlerinde tüm öğrencileri bırakmıştık. Sıra İrem’i bırakmaya gelmişti. Onu bir yerlere götürmek, karşılıklı bakışmak bu arada da tüm cesaretimi toplayarak ona evlenme teklif etmek istiyordum. Oturduğum koltukta geri dönerek:

“İrem, seninle beş dakika konuşabilir miyiz? Çok önemli…” dedim.

Sessizce gözlerime baktı. O gözlerde sevgi kıvılcımları vardı. O da seviyordu beni. Gözleri bakmıyor, yakıyordu. O gözlerde boğulmak, ölmek istiyordum. Zaman dursun, sonsuza dek baksın İrem’imim gözlerime. Söze hacet yok, gözleriyle cevap versin aşkıma.

Gözleri sulandı. Ben henüz bir şey sormamış, söylememiştim. Fırtınada savrulan yaprak gibiydi. Tüm bedeni zangır zangır titriyordu. Ellerini tutmak, o incecik bedenine sımsıkı sarılmak isterdim. Neydi bu hali? Korkmuş muydu? Bu korku olamazdı! Bu bakışlarda aşk vardı. Dil konuşmasa da gözler her şeyi söylerdi. Ne söyleyeceğimi anlamış gibiydi.

İrem kekeleyerek konuştu:

“Yok” dedi “Hiç-bir şey söy-le-me. Şim-di ol-maz. Anneme ve kardeşlerime bakmam gerekiyor.”

“Birlikte bakarız sevgilim. Yeter ki sen ‘evet’ de… Evet’ de kaderim… Tüm zorlukları birlikte göğüsleyelim…”demek için ağzımı açtım ama konuşmama izin vermedi.

“Sus lütfen, konuşma.” dedi. Çok gururluydu.

Sustum. O an susmamı değil, ölmemi istese razıydım. Bir yıkılış mıydı bu? Hayır! Benim için koca bir umuttu… Yeniden doğuştu… Yarenimin gözlerinde doğmuştum o gün. Sevgimin, aşkımın karşılıksız olmadığını görmüştüm. Bir güneş doğdu dünyama… Aydınlattı, ısıttı kapkaranlık yüreğimi…

Sus, diyen o dudaklardan bir gün sevgi sözcükleri dökülecekti. O zamanın gelmesini sabırla bekleyecektim.

Aşkımı bıraktım, evime geldim. Yatağıma uzandım. Tavanda İrem’imim tebessüm eden yüzü… Gözlerinde bana aşkla bakan bakışları vardı. Dudaklarından “Suuus!” kelimesi dökülüyordu.

“Susarım İrem’im, yeter ki sen iste.”

Ertesi gün İrem’i her zamanki yerinden aldım. Çocukları evlerinden alıp, okullarına bıraktık. Dikiz aynasından arada sırada ona bakıyordum. İrem her zamanki gibi gözlerini benden kaçırıyordu. Bakışlarımı üzerinde hissettiği zaman ise o renksiz, soluk yanakları al al oluyordu. İşte o zaman benim içimde kaynayan koskoca volkan da taşacak gibi oluyordu.

“Eren abi, bu parayı babam gönderdi, servis parasıymış.”

“Tamam yiğidim, Allah bereket versin, babana selam söyle.”

Çocuklarımızın sesi ile daldığım hülyadan uyanıyordum. Bu şekilde aylar geçti. Kalpler birbiri için çarptı, gözler kovalamaca oynadı.

Bir sabah İrem’i almak için durağa gittim ama İrem yoktu. Bekledim biraz gelmedi. Telefon açtım, telefonu kapalıydı. Ne yapacağımı bilemedim, deliye döndüm. Hiç yaptığı iş değildi. İki eli kanda olsa mutlaka haber verirdi. Başına kesin bir iş gelmişti. Çocukların okul saati yaklaşıyordu. Onları evlerinden aldım sonra da son surat okullarına bıraktım.

Allah’ım ne yapacağım ben. İrem’in evini de bilmiyorum. Haber alabileceğim kimse de yok. Çıldırıyorum. Kendi kendimi teselli etmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Yüreğimi sanki bir mengenenin içine koydular, sıkıyorlar. Dakikalar, saatler geçmek bilmiyor. Yok, bu işin bir yolu olmalı. Evi nerde olabilir acaba… Evine gideceğim.

Aklıma Can geldi. Evet evet, Can’ın annesi İrem’i tanıyordu. Bastım gaza, soluğu Can’ın evinde aldım. Ne diyeceğimi de bilmiyordum ama elbet bir şeyler bulurdum. Kapıyı çaldım. Can’ın annesi yüzüme korkuyla baktı.

“Hayırdır şoför bey, bir şey mi oldu? Kaza falan mı geçirdiniz? Can’a bir şey mi oldu?” diye korkuyla sordu, az kalsın kadıncağız karşımda bayılacaktı.

“Yok yok merak etmeyin. Bir şey olmadı. Çocuklar okulda.” dedim. Kadıncağız kocaman bir “Oooh!” çekti. “Betiniz benziniz atmış da… “

“İyiyim, iyiyim siz merak etmeyin. Bugün İrem işe gelmedi de… Telefonu da cevap vermiyor. Onu merak ettim. Siz evlerini biliyor musunuz?”

“Biliyorum biliyorum, buraya çok yakım, ben sizi götüreyim.”

Birlikte İrem’in evine gittik. İrem’in annesine ne diyecektim, onu bile bilmiyordum. Kapıyı çaldık. Yaşlı bir kadın kapıyı açtı. Can’ın annesi benden önce davrandı.

“Fatma Teyze, İrem işe gitmemiş de… Patronu da onu merak etmiş.”

Kadıncağız kapının kenarına dayanarak derin bir nefes aldı:

“Evladım, İrem’im çok hasta. Ateşler içinde yatıyor yavrucak.”

Başım zonklamaya başladı. Sanki oracığa bayılacaktım:

“Hasta mı?” diyerek içeri daldım. Açık olan kapılara bakarak ilerledim. İrem kanepenin üzerinde yarı baygın yatıyordu. Saçları dağılmış, yüzünü kapatmıştı.

“Bu böyle olmaz! Doktora götürmek lazım.” dedim. İrem’i kucakladığımla servisi bulmam bir oldu.

“Dur oğlum! Üzerini giydirelim…”

“Şoför bey, bekleyin ben de geleyim, size yardım edeyim.”

Kimseyi duyacak, bekleyecek halim yoktu. İki kadın arkamdan bakakalmıştı. Hastanenin acil kapısından nasıl girdim hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, İrem’i kucağımda taşırken onun dudaklarından fısıldar gibi dökülen “Eren… Eren… Ben iyiyim merak etme.” sözcükleri oldu.

İrem’in vücut direnci düşmüş, üşütmüş. İyi beslenmesi, ilaçlarını içip dinlenmesi gerekiyormuş.

İrem’i ne kadar çok sevdiğimi o gün bir kez daha anlamıştım. Onsuz bir hayat düşünemezdim. İrem’i tam beş yıl bekledim. Sadece göz baktı, gönül sevdi. Onu beş yıl değil, beş asır da olsa beklerdim. Annesi iyileşti, kardeşleri de okudu. Beş yılın sonunda İrem’im karşıma geçti ve hiçbir şey konuşmadan bana baktı. Bu bakışları ben tanıyordum. Bu bakışlar beş yıl önceki bakışlardı. Ben biliyordum ki o gözler artık bana “evet” diyordu. “Sus” diyen o dudaklar titriyor “Sevdiğim, sevgilim…” demeye çalışıyordu.

Beklemekten kora dönmüş yüreklerin, alev aldığı andı. Rüzgârların, fırtınaların bile söndüremediği bir ateşti bu. Ebedi aşkın, insan suretinde görünmesiydi. Gerçek aşklar zamana yenik düzmezdi. Âşık, maşukunu beklerken yorulmazdı. Ömür akıp giderken sevdalar tükenmezdi.

Boynuna sarıldım hem de sımsıkı… O da bana sarıldı. Teninin kokusunu içime çekerken gözlerimden süzülen yaşlar onun omuzunu yaşartıyordu. Şimdi her ikimizde hüngür hüngür ağlıyorduk. Bunlar mutluluk gözyaşıydı. Bunlar Aşk-ı İrem’in gözyaşlarıydı.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma (BİTTİ)