Bugün için çok gerilerde kalan o kadar güzel kültür değerlerimiz var ki; düşündükçe, aklımıza geldikçe yeniden gençleşiyor gibi oluyoruz. Bunların içinde, çokça yaşadığım, ancak 40-50 yaşlarında olanların bile bilmediklerini sandığım ve kışın tam ortası günlerde uygulanan bir eğlenceden söz etmek istiyorum. Hem bir kültür değerimizi genç nesillerimize tanıtmak, hem de o günleri yaşayanların anılarını tazelemelerine yardımcı olmuş olurum.
Saya gezmeleridir anlatacağım eğlencemiz. Bizden önceki kuşaklar kışın tam ortasını şubatın ilk günleri olarak varsayardı. Bizde öyle kabul ederek o günlerde eğlencemizi gerçekleştirirdik. Şimdi düşünüyorum da, bir günümüz nerdeyse tamamen eğlence konuları ile doldurulabilir. Şimdi o kadar eğleneceğimiz konu varken, inanın o saya gecelerinin mutluluğunu tekrar yaşayabilmem olası değil. Ben bu zaman ve kuşak farkını şöyle değerlendiriyorum. Şimdiki eğlence konularının tamamı teknoloji ürünü olarak karşımıza çıkıyor, oysa o zamanki etkinliğimizin tamamı, kendi yaratıcı düşüncelerimiz olarak uygulanırdı. O zaman bir şeyler üretmenin tatlı bir huzuru yaşanırdı.
Gelelim konumuzun özüne:
Saya gezmesi denilen eğlencenin süreci şöyleydi. 15-20 yaş arası gençler günü gelmezden bir iki gün önce organize olarak, içlerinden seçtikleri birini özellikle çok değişik ve renkli kadın giysileri giydirerek elini yüzünü de iyice boyarlardı. Bunun amacı tanınmamasıydı. Kullanılan boya da genellikle ocak, tandır ve soba isinden siyah boya idi. Gece yarısı olunca kalabalık bir gençlik gurubu türküler söyleyerek her evi dolaşarak bu boyanan kişiyi belli bir zaman dilimi içinde tanıması istenirdi. Ev sahibi tanırsa cezadan kurtulur, şayet tanıyamaz ise istenen cezayı ödemek zorundaydı. Ödenmesi gereken ceza ise; kuru üzüm, tereyağı, bulgur, pekmez, turşu, hevenk yaş üzüm, hevenk kavun, bir büküm ekmek (sekiz adet) gibi yiyecek maddeleriydi. Bu eğlence bazen sabaha kadar sürerdi.
Ertesi gün ise, toplanan hasılattan değişik yemekler yapılarak topluca yenilirdi. Bu yemek işi de en az iki gün sürerdi. Artan yiyecek maddeleri ise köyün en fakirlerine dağıtılırdı.
O gece boyunca şarkılı türkülü, şakalar yapılarak geçen saatler doyulmaz bir keyif idi. Günlerce bu eğlence için hazırlıklar yapılırdı. Gurubun bir yöneticisi olur ve gidilecek yerler, yapılacak işler, yemek yapma, yeme ve dağıtılacak erzakın amiri o kişi olurdu. Sorumlusu ve uygulayıcısı gelecek yıllarda bir daha yapmaz, her sene değişik bir kişi seçilirdi.
Sonuçta yapılan bir eğlence etkinliğiydi. Ama sosyal olarak, o günün koşullarında birçok önemli ve anlamlı yönleri vardı. Şöyle ki; artan gıdaların yoksullara dağıtılması, seçilen yöneticinin emir komutasına kesinlikle uyulması, bir etkinliğe bir köyün tamamının katılması çok önemli bir sosyal olaydı.
Bahsettiğim yıllar ellili, altmışlı yıllardı. Geriye dönüp baktığımızda, yoksulluğun, eğitimsizliğin, son derece yoğun olduğu dönemlerden bahsediyoruz. Ulaşım olanakları çok kısıtlı olduğundan bırakın uluslararası, şehirlerarası bile kültür etkileşimi yok gibiydi. Her yöre, her bölge kendi kültür dokusunu yaşıyordu. Altmışlı yıllardan sonra şehir merkezlerine başlayan yoğun göç olaylarından sonra, böylesi kültür zenginliklerimiz birer birer unutuldu.
Şimdi bazı okurlarımızın; “Hocam, bilgisayar çağında, bu saya gezmesinin bir anlamı var mı?” demelerine saygı duyarım. Ama ben sadece bir noktaya dikkat çekmek için bu konuyu gündeme taşıdım.
Şöyle ki; biz çocukluğumuzda aşık-misket-ceviz-uzuneşek-birdirbir-çelik çomak-saklambaç ve daha birçok oyunları büyük zevkler alarak oynardık. Çok çok da mutlu olurduk. Ben şimdi bir eğitimci olarak torunlarımda o tür mutlulukları ne yazık ki bu bilgisayar çağında göremiyorum. Zaten günümüz gençliğine bu çağda, haydi saya gezelim demek kadar komik bir şey olamaz. Sonuçta bizim çocukluğumuzda yaşadığımız mutluluğu, ne yazık ki torunlarımız yaşayamıyorlar.