Ebubekir Şibli aslen Horasanlı Türk bir ailenin çocuğudur; ancak Bağdat’ta doğdu, orada yetişti ve orada öldü. Kabri Azamiye mahallesinde Makbere-i Hizaran’da olup üzerinde “Yunus oğlu Cafer” yazılıdır. Hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda yaşayan İmam Şibli vefat ettiğinde seksen yedi yaşındaydı. Allah kendisinden razı olsun.
İmam Şibli, kibar-ı meşayih-i sufiyenin büyüklerindendir. Tasavvufa girmeden önce valilik yapardı. Ebul Hasan Hayrün Nessac’ın meclisinde tövbe etti, Tavusul Ulema Cüneyd-i Bağdadi’ye intisap etti.
Attar’ın aktardığına göre Cüneyd-i Bağdadi onun hakkında şöyle buyurmuştur:
“Her topluluğun bir tacı vardır. Bu topluluğun tacı da Şibli’dir. Şibli’ye, birbirinize baktığınız gözle bakmayın çünkü o müstesna bir şahsiyettir.”
Hayatı boyunca ilim ve irfanla uğraştı. Geceler onun için Allah ile baş başa kalma anlarıydı. Allah’a âşıktı. Bu yüzden hep onunla olmak istiyordu. Öyle ki geceleri uykusuzluğa alışmak ve biraz daha ibadet edebilmek için gözlerine tuz ile sürme çeker, uykusunu bastırır ve ibadetine devam ederdi.
İlim, zarafet ve hal bakımından devrinin kutbuydu. Bu seviyeye nefsine muhalefet sayesinde ulaşmıştı. Ona her hangi bir şalvar, bir sarık ya da cübbe hoş görünseydi nefis meyletti diye alıp yakardı. Bunları yakacağına alıp ihtiyaç sahiplerine versen daha iyi olmaz mı diyen birine şu cevabı verir:
“Nefis azgındır, onu kimde görse gözü takılır, en iyisi onu yok etmektir.”
Onu sevenler olduğu gibi, sevmeyenleri de çoktu. Zahir ulemasıyla başı hep dertteydi. İbni Beşşar, Şibli’ye çok kızardı. Çevresindekilere Şibli’yle oturmamalarını, sohbetlerine katılmamalarını söylerdi. Bir gün Şibli’yi imtihan edeceğim diye tutturdu. Çevresindekiler mani olmak istedilerse de söz geçiremediler. Aklına koyduğunu sordu Beşşar:
“-Ey Şibli! Beş devenin zekâtı nedir?”
İmam Şibli önce cevap vermek istemediyse de sonra şöyle dedi:
“- Şer’i ölçülere göre bir koyun; ama bizim gibiler içinse hüküm başka. Hepsini vermek gerek.”
Şibli, Maliki mezhebine mensuptu. Cevaptaki inceliği anlamayan İbni Beşşar tekrar sordu:
“- Peki, bu dediğinde kime uymaktasın? Mezhep imamın kim?”
Hz. Ebubekir’e... Ona uyuyorum. O ki bütün malını Allah yoluna verdi de çocuklarına ne bıraktın sorusuna, “Allah ve Resulünü...” dedi. Bu cevap karşısında afallayan İbni Beşşar ve çevresi bir daha Şibli’ye ilişmediler.
En büyük arzusundan biri insanların hidayete ermesiydi. Hep bunun için çalıştı. Hasta yatağında yattığı bir gün getirdikleri doktor bir isteğinin olup olmadığını sorunca pat diye şu cevabı verir:
“- Senin Müslüman olmanı istiyorum.” Doktor:
“-Benim Müslüman olmamla sen hastalıktan kurtulabilecek misin?” deyince Şibli “evet “ cevabını verdi. Bunun üzerine Mecusi olan doktor hemen kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Doktorun iman etmesiyle beraber İmam Şibli’de kendisinde hastalıktan eser kalmamış bir halde ayağa kalktı. Bu garip hal karşısında doktorun dudaklarından şu cümleler dökülür:
“Zannediyordum ki ben hastayı iyileştirmeye gelmişim, meğerse hasta benmişim de doktor ayağına çağırmış.”
Cezbesi, vecdi, işaratı ve şathiyatı ile meşhur İmam Şibli devamlı aşk ve hakikat sarhoşuydu. Kaynaklar yirmi iki kere akıl hastanesine atıldığından hemfikirdir. Hocası Cüneyd-i Bağdadi onu çok
severdi. Onun için: “Şibli daima aşk sarhoşudur” derdi. “Şayet Şibli bu sarhoşluktan ayılırsa insanların kendisinden faydalanacağı bir imam olur,” derdi.
İmam Şibli, sahteliklere karşıydı. Mürit olsun, mürşit olsun, has olsun, katıksız olsun isterdi.
Bir gün müritleriyle Dicle Nehri’nin kıyısında saf tutup zikir yapıyorlardı. Meclisine devamlı gelen Salihlerden bir zat Allah aşkının zikriyle kendinden geçip sayhalar atınca İmam Şibli bu zatı kolundan tutup nehre attı ve şöyle dedi:
“- Eğer halinden samimi ise Cenab-ı Hak onu, Musa’yı kurtardığı gibi kurtarır; yok samimi değilse Firavunu nasıl boğduysa onu da öyle boğar.”
Tasavvuf iminde olduğu kadar zahiri yani şerî-medrese ilimlerinde de derindir. Bazı kendi bilmezlerin yakıştırmalarından uzaktır. İmam Malik’in hadis kitabı el-Muvatta’ı ezberleyecek kadar uzaktır.
Nur Suresindeki “Müminlere söyle gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar ...” ayetini tefsir ederken şöyle buyururdu: “Bu ayette ki mana, hem baş(basar), hem de kalp gözü (basiret) içindir. Baş gözü haram şeylere bakmaktan koruduğumuz gibi, kalp gözünü de, Onun zatından başka şeylerle meşgul olmaktan korumalıyız.’’ Ancak hocası Cüneyd’in de altını çizdiği gibi sekrî sahvına galip olduğundan ilmî şahsiyeti hep gölgede kalmıştır. Ebu Abdullah Muhammed er-Râzî’nin “Sufiler içinde Şibli’den daha âlim bir kimseyi görmedim” buyurması onun bu yönüne işarettir. Allah kendisinden razı olsun.
İmamın her sözü, her hali derin manalar ihtiva etmekteydi. Hakkaniyet ölçüleri içerisinde konuşur, sempatik ve nükteli kişiliğiyle sözü gediğine koyardı.
Galip isminde bir çocuğu vefat eder. Çocuğun ölüm acısına dayanamayan anası saçını başını yolar. Bunun üzerine Şibli’de uzun olan sakalını üstten kestirir. Bu halini hayretle karşılayanlara da cevabı verir:
“- Kadın, ölen evladının acısından saçını başını yoluyor da, ben Rabbime kavuşamadığımdan dolayı sakalımı kesmişim bu çok mu?”
Hallac-ı Mansur ile iyi arkadaştırlar. Sufileri derdest edip tutuklayan sistem onu da tutuklar ancak o son anda idam edilmekten kurtulur. Bu konuda şöyle buyurur:
“Ben ve Hallaç aynı şey idik. Beni divaneliğim kurtardı, Hallaç’ı ise aklı batırdı.”
el-Lüma’da “Hallaç’ı tasavvufi sırları halka anlatmaması için çoğu kez uyardığını ancak Hallac’ın kendisini dinlemediğini söyler.”
İşte İmam Şibli böyle bir adamdı. Bir ömür boyu Allah aşkıyla yanıp tutuştu.
Büyük tarikatlardan kabul edilen Kadiriye, Mevleviye, Rıfaiye ve Şazeliye silsilelerinde yer alan İmam Şibli, fikirleriyle de sonraki dönemlerde yaşayan Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Mevlana Celaleddin-i Rûmî başta olmak üzere birçok sufiyi etkilemiş, fikirlerinin oluşmasında dominant rol oynamıştır.
Bu günde bu millete İmam Şibli gibi aşkta ve ahlakta abideleşmiş örnek şahsiyetler lazım.
Müslüman’ı, İslamiyet’ten, tasavvufu şeriattan ayırmaya çalışanlar, Şibli gibi derin yaşayanların karşısında fazla duramazlar.
Şibli’nin ve Şiblilerin olmadığı bir yerde, taa kilometrelerce uzaklıktaki Amerika ve onun dünyanın her bir tarafına dağılmış müritleri gelip biz Şiblilerin torunlarına şekil ve nizamat vermeye kalkışırlar.
Miladi 946 yılında Bağdat’ta âlem-i Cemâle intikâl etti. Nur’un âlâ nûr.
Hayatı hakkında tasavvuf klasikleri başta olmak üzere birçok kaynakta sadra şifa bilgiler bulmak mümkündür. Serrâc, el-Lüma; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kutû’l-Kulûb; Kelâbazî, Taarruf; Sülemi, Tabakat; Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcûb; Abdülkerim Kuşeyrî, Risale, Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ; Abdülvahap Şaranî, Tabakatü’l-Kübrâ ve diğerleri. Cümlesine selam olsun.