İslam tasavvufunun kaynak kişilerinden biridir İbrahim Edhem. Hicri ikinci asırda, Emeviler’in son, Abbasilerin ilk yıllarında yaşar. İmam-ı Azam Ebu Hanife, Hasan Basri, Davud Taî, Şakik-i Belhî, Rabiatü’l-Adeviyye, Süfyan-ı Sevri, Fudayl b. Iyad, Abdullah b. Mübarek, Bişrî Hafî gibi büyük âlim, arif ve mutasavvıflarla çağdaştır.

Onun hayat felsefesi helal kazanç, uzlet, azla yetinmek, kalabalıklardan uzak durmak, sürekli Allah’ı anmak, onunla meşgul olmak, onun rızasını her şeye tercih etmek üzerine kuruludur.

Yaşadığı muhitlerin başında Belh, Merv, Horasan, Bağdat, Şam, Tarsus, Mekke, Medine gibi önemli şehirler gelmektedir. Verâ ehliydi. Kendi el emeğiyle geçinirdi. Kendi el emeğinden gayri bir lokma boğazından geçmezdi. Bu yönüyle meşhurdur. Çalıştığı işlerin başında değirmencilik, ırgatlık, çobanlık, hamallık, bağ-bahçe bekçiliği, inşaat ameleliği gelirdi. Yaşantısı tam bir sahabe gibiydi. Dünya malına tamahı yoktu. Şüpheli gördüğü her şeyden, her yerden vebadan kaçar gibi kaçardı. Şöyle buyururdu:

"Hiç kimse namaz, oruç, zekât ve hac ibadetlerini yerine getirerek Allah’ın gözüne giremez. Allah’ın gözüne girmek için boğazından geçen lokmanın helal olup olmadığına bakmak gerekir!”

Zahiri anlamda çok fazla ilmi yoktu ama bildikleriyle amel ederdi. İmam-ı Azam’ın yanına uğradığı bir gün:“Ey büyük imam! Kendisiyle amel etmediğin ilmin esiri olma. Sana faydadan çok zarar verir.”

Salih amel konusundaki hassasiyeti dillere destandı.

"Yolda bir taş gördüm. Üzerinde, “çevir, altını oku”, diye yazılıydı. Çevirdim ve okudum. Şöyle yazılıydı: 'Eğer bildiğinle amel etmiyorsan, ne diye bilmediğinin peşinde koşuyorsun? “

Bir sohbetinde şöyle buyurur:

"Bugün size en ağır gelen amel hangisiyse, yarın mahşer günü terazide en ağır gelecek olan amel odur.”

Her şeyinde itidal ve ölçü sahibiydi. Yemede, içmede, uyumada, insanlarla ilişkilerinde… Tebliğle, cihadla, nefis terbiyesiyle dopdolu bir ömür geçirdi. Bu yüzden bir yerde uzun süre durmazdı. Nerde bir hal ehli derviş ya da âlim, hasta, sahipsiz, kimsesiz duysa ziyaret ederdi. Fakirlerin ihtiyaçlarını giderme yolunda yoğun bir mesaisi vardı. Kazancının fazlasını fakir fukara ile bölüşürdü. Bir mümin gibi yaşardı. Sağ elin verdiğini sol el duymazdı.

Kendisine maneviyatlarının ne durumda olduğunu soranlara şöyle cevap verirdi:

"Her kim şu üç şeyi yaparken içinde huzur bulmuyorsa manevi durumu iyi değildir demektir: Kuran okurken, zikir yaparken, namaz kılarken."

Bu dengeyi tutturmak için illa da helal rızık derdi. Ona göre maneviyatta ilerlemenin ve yükselmenin en kestirme yolu ona helal rızıktan geçerdi.

Gece gündüz ibadetle meşgul bir gençten söz ettiler kendisine. "Beni onun yanına gotürün, kendisini göreyim" dedi. Götürdüler. Üç gün gence misafir oldu. Üç gün gencin halini gözlemledi. Onu anlatılandan fazla buldu. Ancak zahiri ibadetlerine mukabil maneviyatını iyi bulmadı. Şeytanı kendisine musallat olmuş gördü.

Kazancının nereden, nasıl geldiğini, lokmasının helal olup olmadığının araştırılmasını istedi. Delikanlının kazancının içine haram lokmanın karıştığını gördüler. İbrahim Edhem bu sefer onu kendi evine davet etti. Üç gün misafir etti, helal lokmasından kendisine yedirdi, içirdi. Gencin hali değişti. O Genç İbrahim Edhem’e, "Sen bana ne yaptın?" diye sordu. İbrahim Edhem:

“Yediğin lokma helal yoldan gelmiyordu, içine haram karışıyordu. Şeytan o lokmayla senin içine girmişti, tıpkı yılanın ağzından cennete girdiği gibi. Burada boğazından helal lokma girince şeytanın içine girmesini sağlayan kapılar kapanmış oldu. Sana görünen o haller rahmani değil, şeytaniydi. Bu helal lokmayla işinin aslı ne ise o ortaya cıktı ki, bu işin helal lokma esası üzerine kurulduğunu bilesin.”

Allah kendisinden razı olsun. Biri, bir gün kendisine bin altın getirip verdi ancak İbrahim Edhem, "Ben fakirlerden hiçbir şey almam," dedi. Adam, "Ama ben fakir değilim ki!" dedi. İbrahim Edhem, "Peki, sahip olduğun servetten daha fazlası sana gerekiyor mu?" diye sordu. Adam, "Evet," deyince İbrahim Edhem, "Bu parayı al, götür; zira túm fakirler içinde başfakir sensin, şu hal fakirlik değil midir?" dedi.

Tezkiretü’l Evliya’da geçtiğine göre İbrahim Edhem, sokakta sızıp kalmış bir sarhoşla karşılaşır. Sarhoşun ağzının pis kokulu ve bulaşık bir halde olduğunu görünce hemen su getirip onun ağzını yıkar, temizler. Neden böyle davrandığını soranlara:

“Şayet yüce Allah'n adını diline alan bir ağzı pis olarak bıraksaydım bu hürmetsizlik olurdu" cevabını verir. Ayıldığı zaman adama, "Horasan zahidi senin ağzını yıkadı," demişler. Adam bunun üzerine tevbe ederek salih insanların arasına karışır, cami ve cemaat müdavimleri arasına girer. Bu olaydan bir süre sonra İbrahim Edhem bir rüya görür, kendisine, “Sen bizim için o ayyaşın ağznı yıkadın, biz de senin için onun kalbini yıkadık!" denilir.

Hz. Yunus Emre boşuna “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” buyurmammış. Allah hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz. Bir kişinin hidayetine vesile olmak yer ile gök arasını dolduracak kadar sadaka vermek ile eş değer görülmüştür.

Şuna buna burun kıvıranlar, şunun bunun eksikliğini vesaire bahane edenler! İbrahim Edhem gibi elinizi taşın altına koyun. Şikâyeti bırakın. Şikâyeti bırakın ki sizin gayretinizin, iyi niyetinizin karşılığı olarak Rabbimizde, Viyana önlerine kadar at süren bu aziz milletin evlatlarına hidayet nasip etsin, onları yeniden dünyanın emir komuta zincirinin başına getirsin.

İslamiyeti yaşamak laf işi değildir; iş, icraat ve samimiyet işidir. Resulün ve arkadaşlarının hayatında nice güzel dersler, ibret sahneleri vardır. Horasan Zahidi İbrahim Edhem’in hayatındaki güzellikler oradan gelmektedir, vahiy endekslidir. Onun ilham kaynağı Resulün hayatıdır. Her hal ve hareketinde Resulün izi, iması, imzası vardır. O, Resulün hayatını yaşantısıyla, hâl diliyle hayatına aktardı. Şifahî olarak aktaranların laboratuarı oldu. O laboratuarda zirvelere tırmandı, kemale erdi.

Bir gün kendisine, "Kemale ermiş birisinin belirtisi nedir?" diye sordular.

"Kemale ermiş kişi, dağa yürü derse dağ hareket eder” der. O bu sözü der demez dağ hemen harekete geçti. Bunun üzerine İbrahim Edhem:

"Ey dağ! Sana söylemiyorum, senden yalnızca temsil yoluyla söz ettim, sakin ol," deyince dağ derhal sakinleşti.

“Bu nasıl olur?” diyorsun? Resul, “Siz Lailahe illallah derseniz Bizans’ın, Sasaniler’in sarayları sizin olur” buyurmadı mı? Hadi bugünün Bizans’ı ve Sasaniler’i ABD ve RUSYA olsun. Peki, bizler her gün bu pak ve nezih kelimeyi kullanmıyor muyuz? Neden ABD’nin, RUSYA’nın, ÇİN’in sarayları bizim olmuyor, Filistin’in, Doğu Türkistan’ın zulmü son bulmuyor? Demek ki söyleyişten söyleyişe fark vardır. Dil ayrı telden, kalp ayrı telden çalarsa ortaya kulakları tırmalayan akortsuz, cızırtılı, rahatsız edici, teneke tangırtısı, kapı gıcırtısı gibi bir ses ortaya çıkar ki maazallah kendi evimizden bile eder bizi.

Ayağına ok batan Hz. Ali, okun çıkarılması esnasında duyulan acının bastırılması için narkoz yerine namazı işaret eder. Namaz nasıl bir narkoz etkisi yapıyor ki okun acısını hissettirmiyor. İşte İslam sufilerinin formüle ettiği ve İbrahim Edhem’in yaşayarak altını çizdiği olgunluk ve kemâl hâlî bundan başka bir şey değildir ama gözleriyle görenler, kulaklarıyla işitenler, bedenleriyle yaşayanlar bu ulvi ve yüce kemâl halinden hiçbir şey anlamayacaklardır ve daima da bu güzelliklerin münkiri olarak kalacaklardır.

İmam-ı Azam nasıl ki Fıkıh ilminin üstatlarından ise onun akrabası İbrahim Edhem Hazretleri’de tasavvuf ilminin büyüklerindendir. Fıkhın birçok ince nüanslarını anlamadığımız gibi, tasavvuf ilminin de birçok ince taraflarına aşina değiliz. Bu karşı olmamızı, inkâr etmemizi gerektirmez. Cüneydî Bağdadi’nin buyurduğu gibi Tevhide (Kurân ve Sünnet) aykırıysa koy kapının önüne, kafa yormaya değmez. Kafan Tevdid’e çalışsın çünkü tasavvuf Tevhidden ayrı bir dava değildir. Dava İslam’dır, İslam Tevhid’dir. Tevhid üzere kalın vesselam.

Abdulbari Karabeyeser