Günümüz dünyasında her geçen gün yeni bir korku, yeni bir endişe kapımıza dayanıyor. Her sabah gözlerimizi açtığımızda, haberlerde gördüğümüz olaylar kalplerimizi sıkıştırıyor. Savaş mı kapıda? Ekonomik kriz mi geliyor? Yoksa toplumun bağları çözülüyor mu? Bu sorular sadece politikacıların, gazetecilerin ya da aktivistlerin konuştuğu konular değil artık. Sokakta yürüyen sıradan bir insanın da zihninde dolaşan düşünceler bunlar. Kadınlar, çocuklar, gençler ve yaşlılar... Hepimiz bu kaygının içinde yaşıyoruz. Her gün dışarı çıkarken güvenli miyiz diye sorguluyoruz. Artık evimizin kapısından dışarı adım atmak bile bir cesaret işi oldu. Birbirimize güvensiz bir şekilde yaşıyoruz, korkuyla doluyuz. Peki, bu korku sadece bizim mi suçumuz?

Tarımın, eğitimin, ahlakın ve erdemin köklü olduğu bir toplumda, bunlar bizi şekillendiren ve ayakta tutan unsurlar olmalıydı. Ama bugün ne görüyoruz? Tarım topraklarının betonla kaplandığını, eğitim sisteminin daha çok yarışmacı ve ezberci hale geldiğini, ahlak ve erdemin paranın ve çıkarların gölgesinde kaldığını görüyoruz. Bugün eğitim, bir meslek sahibi olmanın ötesinde, insan olmayı öğretmeli değil miydi? Fakat ne yazık ki, okul sıralarından ahlak dersi yerine, en acımasız yollardan kazanmanın yollarını öğreniyoruz.

Güven duygusu, toplumun en temel yapı taşlarından biridir. Fakat bugün bu taş hızla çatırdıyor. Örneğin, İstanbul’un göbeğinde, gündüz vakti yürüyen bir kadının tacize uğraması veya İzmir’de okula gitmek için evinden çıkan bir çocuğun kaybolması... Bu olaylar gerçek. Yaşandı ve hala yaşanıyor. Her gün bir başka yerde, bir başka kadın, çocuk, yaşlı veya genç, güvensizliğin kurbanı oluyor. Korkuyorum. Biz korkuyoruz. Tacize uğramak istemiyorum, öldürülmek istemiyorum. Çünkü ben de etten ve kemikten yaratıldım, herkes gibi.

Toplumdaki bu güvensizlik duygusu, yalnızca bireylerin güvenliğini değil, toplumsal dokuyu da zedeliyor. İnsanlar artık komşularına, arkadaşlarına, hatta ailelerine bile kuşkuyla yaklaşıyor. Bu güvensizliğin kökleri o kadar derinlere iniyor ki, artık kendi hayatlarımızda bile huzurlu hissetmekte zorlanıyoruz. Güvenli alanlarımız bile tehdit altında. Örneğin, bir kadının evinde güvende olduğunu hissetmemesi, bir çocuğun okulunda zorbalığa uğraması, gençlerin sokaklarda yürümekten çekinmesi. Bu olaylar bize gösteriyor ki, güvenli alanlarımız artık yok olmak üzere.

Kadınlar için bu gerçeklik daha acı. Taciz, istismar ve şiddet vakaları her geçen gün artıyor. Toplumda "erkek egemenliği" adı altında, kadının yeri sürekli sınırlandırılıyor, kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Bir kadının gece dışarı çıkması, kendi hayatı hakkında karar vermesi, tacize uğramamak için sürekli tetikte olması ne kadar acı değil mi? Örneğin, geçen yıl Ankara’da genç bir kadının otobüs durağında saldırıya uğraması, hepimizin kalbinde derin bir yara açtı. Bu tür olaylar sıradanlaşmamalıydı, ama ne yazık ki sıradan hale geliyor.

Çocuklar ise daha büyük bir tehlikenin içinde. Onlar, masumiyetin sembolüdür. Ama çocukların bile taciz ve istismar haberleriyle anıldığı bir dünyadayız. İzmir’de okuldan eve dönerken kaybolan ve günler sonra cansız bedeni bulunan bir çocuğun haberi... İşte bu, toplum olarak en dibe vurduğumuz anlardan biri değil mi? Biz bu olaylara nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyoruz? İçimizdeki insanlığı nasıl bu kadar kolay kaybediyoruz?

Bu tür örnekler, toplumumuzun derin yaralarını ortaya koyuyor. Ama bu acılar sadece bireylerin değil, bütün bir toplumun acısı. İnsanların özel hayatlarına karışmak, onların sınırlarına müdahale etmek, sadece bireysel hakları ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal güveni de yok eder. Herkesin kendine ait bir alanı, bir sınırı vardır. Bu sınır, güvenliğimizin başladığı yerdir. Ama toplum olarak bu sınırları ihlal ediyoruz. Herkes birbirine karışıyor, herkes bir başkasının hayatına müdahale etme hakkını kendinde buluyor.

Bir kadının giydiği kıyafeti, bir erkeğin sahip olduğu düşünceleri, bir çocuğun oynadığı oyunları bile yargılayıp duruyoruz. İnsanların yaşam biçimlerine, tercihlerine saygı duymuyoruz. "O onu dedi, bu bunu dedi" diye kulaktan dolma bilgilerle ahkam kesiyoruz. Oysa ki, herkesin bir hikayesi var. Her bireyin yaşadığı acılar, sevinçler, deneyimler farklıdır. Bu yüzden kimse kimsenin hayatına karışmamalı.

Benim de yaşadığım acılar, döktüğüm gözyaşları, içimdeki çocuğun umutları var. Her gece, uyumadan önce, içimdeki küçük çocuk hâlâ biraz umut taşıyor. Ama bu umut, her geçen gün daha fazla yara alıyor. Umudu söndürmeyin. Yakmayın, yıkmayın. Beni ben olduğum için sevin. Başkalarının söyledikleriyle değil, benim kim olduğuma bakarak değer verin. Hayat, birbirimizin sınırlarına saygı duyduğumuz sürece anlam kazanır.

Özelime girmeyin. Ben kimseye karışmıyorsam, siz de bana karışmayın. Etmeyin. Bu kadar müdahale, bu kadar baskı, insan olmanın güzelliklerini yok ediyor. Her birimizin içinde hâlâ o umutlu çocuğu yaşatacak bir güç var. Tek yapmamız gereken, o sesi dinlemek ve biraz daha sevgiyle yaklaşmak. İnsan olmanın erdemi, birbirimize zarar vermemekte yatar. Güven duygusunu yeniden inşa etmek, herkesin özel alanına saygı duymakla başlar.

İşte bugün, bu yüzden hepimize düşen bir görev var: Birbirimize karşı daha hoşgörülü olmak, empati kurmak ve her bireyin hikayesine saygı duymak. Özelimize, hayatlarımıza yapılan müdahalelere son verip, özgürlüğün ne demek olduğunu yeniden hatırlamak zorundayız. Ancak o zaman, gerçek anlamda bir toplum olabiliriz.