Ne güzel demiş Murathan Mungan.
“Çocukluk başlı başına bir memlekettir. Hatta sılasıdır insanın...”
Benim de bir sılam var:
Beş kardeşli bir evin en küçüğü olduğum, özgüveni ablamdan, abilerimden, sevgiyi annemden, disiplini babamdan, cesareti her anı şen kahkahalarla geçen günlerden aldığım o güzel memleket: çocukluğum.
O zamanlar hayat bu kadar yorucu ve pahalı değildi. Ama en değerlisi bolca olmasa bile paylaşım vardı: iyi niyet.
İnsanlar tanımadıklarına bile yardım ederdi. Yolda kalana anahtar verilir, yolda yürüyene selam. Mahallemizin bütün çocukları bir ailenin parçası gibiydi.
Ve biz… Biz o ailenin en tatlı, en yaramaz fertleriydik.
Benim yaramazlıklarım bile bir başka güzeldi.
Abilerimin arkasına saklanıp dünyaya kafa tuttuğum anlar…
Sanki onlar yanımdayken hiçbir şey beni korkutamazdı.
Kalbim küçük, cesaretim dev gibiydi.
Yazın en büyük eğlencemiz; bakkal Faik Amca’dan horozlu şeker alıp saatlerce emmekti.
Parmaklarımız sarı olurdu leblebi tozundan. BİR yandan genzimize kaçmadan nefes alma telaşımız.
Bir elimizde plastik bilezikli emzik şeker, diğer elimizle abur cuburlar.
Paylaşmayı öğrenmeden büyümedik biz.
Zaten her şeyin tadı da paylaşınca daha güzeldi.
Çok küçüktüm, hayal meyal hatırlıyorum. Mahalleye ayı oynatmaya getirmişlerdi bir gün.
Korku, merak, adrenalin… Hepsi birden!
Sonra kalaycılar gelirdi; mahallede yankılanan çekiç sesleri, çıkan kıvılcımlar, yüzümüze vuran o sıcak ateş kokusu…
Onları izlemek bile en büyük hobimizdi.
Dijital hiçbir şeyimiz yoktu ama biz her şeye sahiptik.
Öğleden sonra koşa koşa eve gidip Susam Sokağı izlerdik. Televizyon karşısında toplanan beş kardeş, bir yandan da az önce yaşadığımız sokak maceralarını anlatırdık birbirimize.
Ve o sıcak yaz akşamları…
Annelerimiz bahçede çaylarını yudumlarken, biz mahalledeki bütün çocuklar toplanır, saklambaç oynardık.
“Elma dersem çık, armut dersem çıkma” sesleri kulaklarımda.
Ebe son kişiyi bulamayınca, çaresizce “Çay içirdim, çık!” diye bağırırdı.
Saklanan kahkahasını tutamaz, ortaya çıkardı.
Bir keresinde ben saklanmıştım mahallemizin tonton amcası Ali amcanın odunluğun arkasına. O kadar sessiz durmuşum ki herkes oyunu bırakıp beni aramaya başlamıştı. Ebe sinirlenip “bu kız kayboldu galiba!” diye ağlamaya başlamış, annem seslenmişti: “Haticeeee!”
Ben de zafer kazanmış gibi, üstüm başım talaş içinde çıkıp “Ama elma demedin ki!” demiştim.
Sonra annem gülerek kulağımdan tutup dışarı çıkarmıştı beni.
İşte öyle bir andı, yaramazlıkla karışık zafer duygusu…
Bizim saklambaçlarımız bile çayın buhuru gibiydi; samimi, sıcacık, bir o kadar da paylaşmalı.
Zaman geçtikçe hayat başka bir dile geçti.
Cümleler büyüdü, harçlıklar azaldı, insanlar kabuklarına çekildi.
Ve evet…
Büyümek, gurbete çıkmaktı.
Artık çocuk değiliz.
Ama hâlâ o sıla gözümüzün önünde:
Tozlu sokaklar, plastik bilezikler, kardeş kahkahaları, Faik Amca’nın dükkânı, kalaycıların ateşi, ayı oynatıcıların ürkütücü gösterisi, ve “çay içirdim çık” diye biten saklambaçlar…
Biliyorum, geri dönemeyiz.
Ama bazen, gözümüzü kapatınca…
O eski memleketteyiz.
Yine horozlu şeker ağzımızda,
Yine dünya bizim için basit, güvenli ve güzel.