İnsan ruhunu, insana bakışı, onu tanımanın özcesi anlamanın anahtarı “çoklardan” kaçınmaktır. “Fazla samimiyet, saygıyı azaltır. Çok sevgi, nankörlük getirir. Çok iyilik, suiistimal edilir. Denge esastır.” Bu dengeyi sağlamak çok zor olmakla birlikte ulaşılması gereken temel bir ilkedir. Ben arada bu dengeyi kendi aleyhime bozmanın tedirginliğini yaşarım. Karşımdakinin iç çekişmelerini, çıkar hesaplarını bu ilişkideki beklentilerini çok dikkate almadan yaşam anlayışımla hareket ederim. Bazen büyük hayal kırıklıkları yaşayıp, iç sıkıntılara sürüklendiğimden bir süreliğine geri çekilirim. Ancak yaşam tek kişilik olmayıp istediğimiz zaman var olanı terk etme şansımız olmadığından katlanmanın ağırlığını sırtımda taşımaya razı olurum. Bu yükü ağırlaştırmadan mola yerlerinde bırakmak en iyisi. Belki de güneşin her gün doğuşu bazıları için gereksiz olduğundan kaygılanmanın, zamanı tüketmenin, onlar için sızlamanın anlamı yok.
İyilikle kötülüğün kavgasında; sinsi duruşlarıyla kıymet bilmez, kendini Kaf dağının ulaşılmazında gören, bukalemunlar için nefesinizi de, zamanınızı da, emeğinizi de tüketmeyin, değmez. İnsan nankör bir varlıktır. “Nankörlük” ruhsal bir durumdur. Ruhsal gelişimini tamamlamayan insanın iç sıkıntısıdır. Sınırı da yoktur. Kişi iyilikten yoksun olduğundan, siz uzak dursanız da “nankörlük” yapacak birilerini bulur. Bundandır edepli ve edebi kalmaktır en iyisi… Benim yaptığım gibi edebiyatın dili sığınanız olsun.
Toplumsal mücadelenin neferiyken de bireysel zaaflarıyla karşınıza çıkabilir. Güven duygusunun yeterince gelişmediği veya suiistimal edildiği yerde uzak durun insandan veya insanlardan. Ben bu mesafeyi ölçülü, ön yargılardan uzak oluşturmaya çalışırım. Hak ettiği kadar değer, hak ettiği kadar emek, hak ettiği kadar anlama… Ancak insani zaaflarım arada nüksedip acıma duygusu aklımın önüne geçebiliyor. Sakın bundan pişmanlık düşüncesine kapıldığımı düşünmeyin. Belki de yaşamın süresi ne olursa olsun olgunlaşma dediğimiz şey bu olsa gerek.
İçimizde; duygularımızın bir taraflarında nasıl ki hep çocukluğun saflığına duyulan bir özlem varsa, bir taraflarında da hiç tükenmek istemeyen o saflığın gizlendiğine inanıyorum. Birçok şey gibi insancıl duygular ve sevgi oralarda gizlenmiş olmakla birlikte kendi saklı odasında süzülüveriyor. Acımaya karışan üzüntü; “nankörlüğü”, “saygısızlığı”, “bukalemunumu” tol öre et diyor. Benim ruh halim de bu…
Hiç kimseye minnet duymak istemediğim gibi kimsenin de bana minnet duymasını istemem. Nasıl ki merhametin yerine anlayışı koyuyorsam, minnettin yerine de anlaşılmayı uygun görüyorum. Hiçbir iyiliğin veya iyiliğimin üçüncü şahıs tarafından bilinmesini, onlara anlatılmasını dünya görüşüme, yaşam anlayışıma uygun bulmuyorum. Hayatta insanın kendisinde kalması, kendisiyle sonsuzluk yolculuğuna götürmesi gerektiğine inandığım gizler olmalıdır. En yakın olduğunu bildiğimiz insanlardan da…
Merhametin acınası hali gibi minnettin de aşağılayıcı lığına inanıyorum. Bir başkasının gözlerine bakarken o duygunun sürekli yüreğe oturması gibi… Ancak, bu şu anlama gelmez; iyiliğin unutulması, yok sayılması gerektiği…İnsanları iyiliklerinde on öre etmek ve sonrasında kendi hallerine bırakmak en iyisi.... Çünkü her insan anlaşılması ve çözümlenmesi çok zor bir giz dünyası ile yaşarken yapılan iyiliğin sürekli hatırlatılmasının da bir anlamı yoktur.
İnsani duyguları çözmenin bir reçetesi yoktur. Anlamak için en büyük yardımcım, rehberim edebiyattır. Edebiyatla buluştuktan ve onun berrak sularında gezintilere çıktıktan sonra asırlardır insanın yaşadığı ruhi hallerini daha iyi anlamaya başladım. Her dönemin, her mekânın, her toplumun ruh hallerinin çağlar sonrasıyla benzeşmeleriyle karşılaştıkça şu kanıya vardım; insanın olduğu her yerde belanın eksilmediğini… Sürekli kendisini yenileyen bir bela hali insanın başına çok büyük sorunlar, dertler açsa da nedense bundan kaçınmak, uzak durmak için bir çaba göstermiyor. Bela için, kötülük için harcadığı zamanın ve enerjisinin küçük bir kısmını iyiliğe yöneltse daha yaşanılır bir dünyanın oluşması kolaylaşacak. İyilik için çaba harcayan bir azınlık olarak nitelendireceğim insanlarsa bunun bedelini yaşamlarıyla ödemişler. O güzel insanlara sonsuz saygı duymayı öğrendim. Bundandır küçük insanların “nankörlükleri” de, minnetleri de beni ilgilendirmiyor.
Psikoloji kitaplarında da, felsefe kitaplarında da, düşünce kitaplarında da aradığım iç huzuru, insanın duygularını anlamakta zorlandım. Yanlış anlaşılmaktan çekindiğimden bu kitapları küçümsediğim, emeklerini yadsıdığım sonuçlarına ulaşmanızı istemem. Edebiyat kitapları ise ışığı ile bana iç huzuru verirken, aradığım veya bulmaya çalıştığım duygu seliyle beni buluşturdu. Etrafında dolaşmaktansa içine girdiğim her öykü, roman, anı, deneme kitabı duygudaşlık duygusunun gelişmesine, tepkisel duygularımı frenlememi, nefret duygumun yok edilmesine katkı sağladı. Her insanı olduğu gibi kabul etmem gerektiğine inanmaya başladım. Ben buna ödünç aldığım bir değerlendirmeyle; “duygu eğitimi “ demek istiyorum. Değişmek, dönüşmek, yenilenmek istemeyen bir insanı zorlamanın anlamı yoktur. Ve ayrıca her insanın kendisi kadar var olduğuna, kendi kadar hükmü olduğunu kabulleniyorum.
Mutlu bir yazar var mıdır, bilemem. Ancak mutlu okurların olduğunu biliyorum. Yazar biraz da uğradığı “nankörlükleri”, hayal kırıklıklarını, burukluklarını veya ruhuna gizlenmişinkilerin yükünden kurtulmak için yazar. Amacı mutlu olmanın yolunu döşemeye çalışmakla birlikte kendisini ve kahramanını geleceğe taşımasının bilinmezliğiyle yazar. İyi ki yazıyor veya yazıyorlar. Don KİŞOT’la tanışmadan Cervantes nasıl ölümsüzleşirdi. “Yazmak deliliktir” diyen Erasmus nasıl asırlar sonrasına sarkar ve yorgun, bezgin, geleceksiz çoğunluğa pusula olabilirdi ki! Yaptığı işin döneminde “nankörlükle” karşılaşacağının bilinciyle yazar satırlarını, kelamını yazıya döker. Elinden geldiğince karşılaştığı bütün güçlüklere, çıkmazlara ve çaresizliklere rağmen sözcüklerin peşine takılmaktan alıkoymaz kendisini…
“Kötülük taşıyan düşüncelerin korkunç yanı şudur; zihinler, bu düşüncelere zamanla alışır.” Yazarken kötücül düşüncelerden arınmaya çalışırken de mutlu etme derdinde olmakla birlikte, amacında değilim. Ancak Don KİŞOTla birlikte yolculuğa çıktığımda zihnimin kötülüklere karşı duruşundan dolayı kötücül düşüncelerden arınıyorum. Belki de edebiyatın büyülü gücü beni sürüklüyor. Düşüncenin saflığına sığınırken de uzak durmamı sağlıyor. Her sözcükte, her metinde başka bir düşünce dünyasına yolculuk yaparken “nankörlüğün” ve “minnet” duygusunun esaretinden uzak kalmanın dinginliğiyle gezintiler bana bir başka anlamlı görünüyor.
Edebiyat bana insanların en çok korktuğu şeyi sunuyor; öğrenmeyi… Acıyı, endişeyi, üzüntüyü, sevinci, açlığı, susuzluğu, yoksulluğu… Bütün öğrenmeler korkulardan kurtulmanın yollarını da öğretiyor. İnsanın bin yıllara uzanan yaşam yolculuğundaki serüveninde bütün bunlarla karşılaşmasını ve üstesinden gelmek için giriştiği sonsuz çabaları, çatışmaları, çekişmeleri, çelişkileri… İnsanlaşmanın serüveni. Yazıya dökülen her olay, her durum, her kahraman mekân ve zaman farklılıklarına rağmen büyük benzerlikleriyle şaşırtıyor. Şaşırmak biraz da merakımı harekete geçiriyor, öğrenme isteğimi artırıyor. Şaşırmayan ve merak etmeyen insanın yaratıcı olamayacağına olan inancıma kanıtlar sunuyor. İnsanı en çok mutlu eden şey öğrenme olmalıdır, bence. Yaşananların farkında olmayan insanın mutlu olması bir tarafa, yaşamasının da anlamı yoktur.
İnsanların yaşamasının bir anlamı olmalıdır. Mutluluğun sırrı mı, anlamak mı dersiniz, bakışınıza göre değişir. Edebiyat bu yolculuğun anlamlı, soylu bir amaca dönüşmesinin en önemli aracıdır. İnsanlığın serüveninde “soylu amaçlar uğruna seyrek zamanlarda doğru kahramanların “ hikâyelerini de edebiyatın anlayışlı, zihinleri berraklaştıran diline borçluyum.