Halil dört oğlan kardeşin en büyüğü idi. Kardeşleri Ali ve Hasso kadar güzel olmasa da ilk oğlu olmasından dolayı anası onu daha çok el üstünde tutardı.

Küçük kardeşi Aslan gibi okuldan teneffüslerde kaçıp anasını bulduğu yerde emmese de ana ve babasına benzemiş, diğer kardeşlerine göre daha iri kıyım bir çocukluğu olmuştu.

Onun çocukluğunda köylü genelde fakirdi. Sabah bulunursa tarhana çorbası, diğer vakitlerde de bulgur pilavı, kuru fasulye, mantı, pancar çırpması firek, soğan parpılaması gibi et yüzü görmeyen yemeklerle karın doyururlardı.

Yaşı ilerledikçe iri kıyım bir babayiğit olurken burnu da belirgin olmuştu. Lakap takmada gecikmeyen köylüleri ona bu iri kıyımlığından dolayı gürbüz anlamına gelen ‘Göbül’ lakabını yakıştırmışlardı. Zamanla adı unutulmuş göbül aşağı, göbül yukarı olmuş, ilk önceleri kızsa da zamanla o da bu lakaptan zevk alır olmuştu.

Gerek askere gitmeden, gerekse askerden geldikten sonra köyde düğünlerde gelenek haline gelen “kelle atımında” kelle alayını evlerinin önüne çeken sayılı gençlerden biri olmuştu.

Babası onu köyün güzel kızlarından Güllüyle everdikten sonra evleri dar geldiğinden dolayı onları evden ayırmak zorunda kaldı.

Evlenip çoluk çocuğa karışınca çiftçi durmakla, amelilik, yapmakla, köy bakkallarının matağını taşmakla geçimini temin etmeye başladı. Akçaağıl köyünün ekinleri başka yerlere nazaran bir ay erken yetiştiğinden dolayı orada tırpan sallar, sonra da köye döner, iyi çalıştığından dolayı herkes hemen onu tarlasına elden beş fazla verip ekin biçmeye götürürdü.

Kerpiç kesmede, duvarın üstünde çalışan ustaya kerpiç atmada üstüne yoktu. İnşaatlarda çalışırken ustaların taşları, kerpiçleri üst üste denk getirip koymalarına, ip ve şakül tutmalarına çok dikkat eder, hele sıvacının malayla çamurun duvara çarpıp da sıvamasına bayılırdı.

Zamanla bu işe kendini öyle vermişti ki aranan ustalardan biri haline gelmişti. Hatta şehirde Baktıroğlu konağını nasıl sıvadığını gerine gerine anlatırken sigaranın dudağını yaktığını fark etmezdi bile.

O yıllarda şehirde Karacaören’li gençler Cacabey Cami çevresinde elde bel, kazma, kürek bekleşir bağ belletecek, amelelik, ustalık yaptıracak şehirliler hemen onları tercih ederlerdi. Nedeni bu karayağız gençlerin yediği ekmeğin hakkını verdikleri içindi.

Arada köylülerine katılıp Ankara’ya çalışmaya gider iyi para kazanıp köyüne dönerdi. Bu gidiş gelişlerinde inşaatın aşçısına yardım ederken ondan yemek pişirmenin tariflerini almış, başka bir inşaat’ta da aşçı olarak çalışanlara yemek hazırlarken bu sayede amelelik ve onun yorgunluğundan kurtulmuştu.

Çevre köyler onun nasıl çalışkan biri olduğunu bildiği için diğerlerine bakarak onu tercih ederler bu durum da kıskançlıklara neden olurdu.

Köylüsü Kasıllıların Memmet Aliyle Horla da keseniye (iş bitirimi) bir evin yapını üslenmişlerdi. Memmet Ali usta evin duvarlarını kerpiçle örerken biten yerleri de Halil ağzında bir hasret türküsü habire mala sallıyor işi bir an önce bitirmeye gayret ediyordu. Geleli on beş gün kadar olmuş evi, çocukları, köyü gözünde tütüyordu.

Çalıştığı yerin yakınında “çerçi, cerciii, leblebi, üzüümüm, keçi buynuzum vaaar, çorap eskisiynen, eski naylon ayakkabıyınan, yününen satarım” diye kendisine yabancı gelmeyen bir sesle daldığı hayallardan birden uzaklaştı. Pür dikkat bakınca bu köylüsü çerçi Çolak Irzadan başkası değildi.

Köy köy çerçilik yaparak geçimini sağlayan Çolak Irzanın yolu o gün Horlaya düşmüştü. Başı çocuklardan dolayı düğün evi gibi kalabalıktı. Alıyor, veriyor, bir yandan da çalmasınlar diye çocuklardan gözünü ayırmıyordu.

Beko Emmi Malya’ya çoban durmuş, çocuklarını hanımına emanet etmiş davar güdüyor, arada bir izin alıp geliyor, onların eksiğini, gediğini görüp tekrar geri dönüyordu.

Çolak Irzanın başındaki çocuklardan birisi de Beko’nun oğlu Mustafa idi. O da diğer çocuklar gibi çerçiden bir şeyler alacak ama ona verecek evlerinde bir şey yoktu. İlla sende al diye anasına eziyet ediyor, taşlıyor, arada tekme sallıyor, ağıtın birini bırakıp diğerine başlıyordu.

Karacaören ve Horla halkı gerek arazilerinin iç içe oluşu, gerekse Horla’lıların okul olmadığı için Karacaören’de ilkokulu okumaları dolayısıyla sanki bir birinin aynı köylüymüş gibi ismini lakasını, huyunu suyunu bilirlerdi. Bi çare kalan kadın umut ışığı olarak az ileride inşat’ta sıva yapan Halil ustayı gördü. “Göbül ağa, “göbül ağa,”sana zahmet şu çocuğu bir azarla da korksun” diye yalvaran sözlerini utana, sıkıla ona ulaştırmaya çalışıyordu.

Halil başını bir o yana, bir bu yana çevirirken sigaradan bir nefes çekip öfkeyle bir eline alıp ağzını serbest bırakınca “adım Halil onbaşıııı”, Halil onbaşııı, bellemedin miiii, ben ‘ayı kurtmuyum’ da senin çocuğunu korkutayım…”

Atmışlı yılların başlarında Almanya’ya işçi akımı başlamıştı. Kimi kişiler işçi bulma kurumu kanalıyla, kimileri de turist olarak kaçak gidenler geçebilirse önce Avusturya’ya yolunu ve adamını bulurlarsa oradan da Almanya’ya geçebiliyorlardı. Halil usta da turist gidenlerden biriydi. Zor şartlarda Avusturya’ya ulaşmış, orada işçi olarak kalmış, sonradan oğulları Yılmaz’ı ve Memmet Ali’yi de oraya düşürmüştü. Aradan geçen yıllar içerisinde haliyle yaşanmaya yüz tutunca köyüne kesin dönüş yapmak zorunda kalmıştı.

Hafta da bir gün evinin ihtiyaçları için şehre gelir, işlerini bitirdikten sonra da oğlu Yılmaz’ın kaynı olan Eski Ankara Cad. Uğrak Pasajı’nda Kuru Temizleme işiyle uğraşan Kaya’nın yanına uğrar, köyün arabasının kalkış saatini orada hasbi hal ederek beklerdi.

Bu geliş, gidişlerin de Kaya ona çay, kahve ikram ederek onun gönlünü almayı ihmal etmezdi.

Kahveyi önceleri çalıştıranlar Almanya’ya işçi olarak gidince orasını Horla köyünden birisi devralmış, o çalıştırıyordu. Adam kendi halinde, aza kanaat eden, kimsenin işine, aşına karışmayan efendi birine benziyordu. Halil ustayı Kaya’nın yanına gelip, giderken görmüş, gafası büyük, şapkası küçük bu adamı tanımakta güçlük çekmemişti. Bu onun çocukluk döneminin göbül emmisiydi. Ocakta çay doldururken göbül emmisini gelip geçerken görüyor, oralı olmuyor, ona bir muziplik yapmanın yollarını arıyordu.

O gün Halil usta işleri dolayısıyla Kaya’nın dükkânına gelmekte biraz gecikmiş, arabanın kalkmasına az bir zaman kaldığı için de sözlerini kısa kesiyor, bir an önce oradan kalkmanın telaşını taşıyordu.

Kaya mahsustan işi ağırdan alıyor “aman Halil ağa acelen ney, sanki ‘gara gözlün’ seni mi bekliyor, hemen ben sana kahveden bir çay söyleyeyim de gursağına bir sıcaklık gelsin” diye takılmaktan geri kalmazken, farkında olmadan Mustafa’ya aradığı muziplik yapma fırsatını veriyordu.

Aradan beş dakika sonra Mustafa elinde bir bardak çayla içeri girip selam verdikten sonra gözlerini Halil ustanın gözlerine dikip hafifçe gülümseyerek “buyur göbül emmi… Çayını getirdim, iç afiyet olsun” diyerek ‘bu yumurtadan nasıl cücük çıkacak’ hesabı içindeydi.

O anda Halil ustanın cinleri tepesine çıkmış, beyni zonk zonk ediyordu. Deli danalar gibi tepinerek oturduğu yerden bastonuna dayanarak kalkıp doğrulunca gözlerini Mustafa’nın gözlerine dikerek “Ula Beko’nun oğlu, anan sana benim adımı belletmedi mi? adımı daha öğrenemedin mi? benim adım Halil onbaşı, Halil onbaşı” diyerek çıkıştığında meğer o da Mustafa’yı aradan geçen bunca zamana rağmen unutamadığını belli ederken orada bulunanların gülüşmeleri görmeye değerdi.