Bazı şehirler vardır; sadece yollarını değil, insanın içini de döşer taş taş.
Adımını attığın an anlıyorsun, bu topraklarda sadece tarih değil, ruh da birikmiş.

Benim için Şanlıurfa, sadece bir seyahat noktası değil, bir tür içsel duraktır artık.
Bir yudum geçmiş, bir nefes kadimlik.
O sarı taşlar, suskunluğu bile dile dönüştürebilen sokaklar, sanki zamanı durduruyor.

Şanlıurfa’ya ilk vardığımda fark ettim: burada hiçbir şey acele etmiyor.
Zaman bile yavaş yürüyor. İnsanlar, binalar, gölgeler...
Hepsi birbirine yaslanmış gibi; telaşsız, ama bir o kadar da derin.

Göbeklitepe’ye çıktığımda kelimeler yetersizdi.
İnsanlığın ilk nefeslerinden biri burada alınmış sanki.
Taşların üzerine oyulmuş figürlerde, binlerce yıl öncesinden kalan bir merhaba vardı.
Ve ben orada, o taşlara bakarken, bir tarih kitabı değil,
sanki kendi varoluşumun önsözünü okuyordum.

Balıklıgöl’ün kenarında otururken kulağıma gelen sadece su sesi değildi.
Dalgaların arasına karışan dualar, yüz yıllardır orada yankılanıyor gibiydi.
Çocuklar balıklara yem atarken, yaşlı bir kadın, avuç içiyle dua ediyordu.
İşte o an anladım ki: bu şehir sadece geçmişi değil, inancı da sırtında taşıyor.

Urfa’nın çarşısında dolaşırken zaman başka bir ritme bürünüyor.
Biberin kokusu, bakır ustasının çekiç sesi,
bir avuç mercimeğin arasına düşmüş zaman kırıntıları gibi...
Her köşede başka bir hikâye, her dükkânda başka bir hatıra saklı.
Ve insanlar...
Çok şey yaşamış ama hâlâ yumuşak bakabilen gözler.
Yüzlerinde yorgunluk değil, bir bilgelik var.

Bu şehri tanımlamak zor.
Çünkü Şanlıurfa’yı anlatmak, onu yaşamanın yanından bile geçemez.
Burada hissettiklerimi bir kâğıda dökmek,
gökyüzünü avucuna sığdırmaya çalışmak gibi.

Ben Urfa’dan sadece fotoğraflarla dönmedim.
Üzerime sinmiş o sarı taşların kokusuyla,
sessizce anlatılan hikâyelerin izleriyle döndüm.
Kendimle biraz daha yakın, biraz daha suskun.

Ve biliyorum, bir gün yine gideceğim.
Çünkü bazı şehirler insanın ayağını değil, yüreğini çağırır.
Şanlıurfa da işte onlardan biri...