Ağrı-Doğubayazıt Ziyaret Hudut takım karakolunda askerlik vazifemi yaparken Aydınlı bir arkadaşın okuduğu Sidharta romanı dikkatimi çekmişti. Okumak için istediğimde “bu sapık bir romandır!” diyerek vermemişti. Herman Hesse sapık roman yazmaz dediğimde duymamazlıktan gelmişti. Sonra bir şekilde bulup okumuştum. Keyifle okuduğum bir romandı. Tabi edebiyat dünyamızda benzeri çok romanlar var. Daha sonraları aynı keyifle okuduklarım arasında Bernard De Saint-Pierre’nin “Hint Kulübesi” vardı. Arayış romanlarını severim daha doğrusu arayış hikâyelerini ama Sidharta’nın yeri her farklı olmuştur. Sidharta’da sanırım anlatılan hikâyeyle zahit sufi ve mutasavvıf İbrahim Edhem arasında kurulan bağdır. O satırlarda hep İbrahim Edhem’i aramıştım fakat bulamamıştım çünkü anlatılan Buda idi, İbrahim Edhem değil.
Cüneyd Bağdadî’ye “Tasavvufun sonu nedir?” diye sorduklarında “bidayettir” yani başa dönüştür diye cevap vermiş. Sidharta’da Cüneyd’in bu sözünü çokça anımsamıştım. Çünkü zahiri anlamda Cüneyd’in sözüne mutabık bir hikâye ile karşı karşıyaydım fakat mana itibariyle değil. Çünkü mana itibariyle orada anlatılan bizim bahçenin gülü değildi. Hani eskiden sufiler birbirlerine “hangi bahçenin gülüsün?” derlerdi ya. Onu Buda’ya benzetenler bir yere kadar haklı olabilirler ama anlatılan bizim bahçenin gülü değildi. O bahçesinin sahibine hayırlı olsun. Biz kendi bahçemizin gülü İbrahim b. Edhem’in izini sürelim. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.
Yukarıda adı geçti Cüneyd Bağdadi (297/909), İbrahim Edhem için; “Mefâtih-i ulûmdur yani tasavvuf ilminin anahtarı onun elindedir” buyurur. Bu bahçenin ilk güllerinden çünkü!
Hicri ikinci yüzyılda yılda yaşamış Süfyânı Sevrî, Fudayl b. İyad, Ali b. Bekkâr, Huzeyfe Maraşî, Şakik i Belhi ve İmamı Azam gibi ilim-irfân ehli zatlarla çağdaş bir sufi ve evliya.
716 yılında bugünkü Afganistan’ın Belh şehrinde, Hz. Mevlana’nın toprağında dünyaya geldi. Adı İbrahim b. Edhem b. Mansur, künyesi Ebu İshak, nispeti el-Belhi. Horasan erenlerinin ilklerinden, ilk sufilerden, ilk güllerden.
Babası Edhem, Belh hükümdarının sarayında bir hizmetçi idi. Hükümdarın ceylan gözlü, servi boylu, kalem kaşlı, zühre bakışlı kızına âşık olur. Kızın babası, bir hizmetçiyi damatlığa layık görmez endişesiyle kızla anlaşıp dağa kaçarlar. Yaban elde, bir mağarada evlenip hayata karışan çift uzun yıllar orada yaşar. İbrahim Edhem’de orada doğar. Bir rivayete göre Mekke’de doğduğu, annesinin onun için hacılardan dua istediği ve o duaların hürmetine bu yüksek makamlara ulaştığı söylenmektedir.
Mağarada dünyaya gözlerini açan çocuğa, kâfir Nemrud’un zulmünden dolayı annesi tarafından mağarada büyütülen İbrahim Peygamberin adı konur. İbrahim (as) gibi gözü pek ve mert olsun diye.
Zaman hızlı akar, aylar, yıllar geçer, İbrahim günden güne serpilip boy atar. Aracıların himmetiyle gençler affedilip saraya alınır. İbrahim artık sarayda hükümdar dedesinin dizlerinin dibinde büyür.
Dede-torun birbirlerine doyamadan elinde ecel makasıyla dolaşan Hz. Azrail dedenin ömür ipini keser. Fakat ölüyle ölünmez, hayat devam eder. Dedenin hükümdarlık koltuğuna İbrahim’in
babası Edhem oturur. Edhem b. Mansur çok akıllı, zeki, takvalı ve dindar bir kişidir. Hanımı, İbrahim’in annesi ise hakeza.
Çocukluğu ve ilk gençlik yılları hakkında kaynaklar çok ketumdur. Onun hayatının seyrini değiştiren en önemli ayrıntı padişahlığı bırakıp zühd hayatına, sufilik yoluna girişidir. Bu ruhsal dönüşümü ve benimsediği yeni hayatı dolayısıyla yukarıda da değindiğimiz gibi Buda’ya benzetilmiş ancak İslam’da Budizm anlayışı kabul görmediğinden İslam’ın Buda’sı olarak kabul edilmiştir.
İbrahim Edhem büyüyüp serpilince sultanlıktan çok hazzetmese de genç bir şehzade olarak hastalıklı günler geçiren babasının yerine hükümdarlık koltuğuna oturur. Ahlaklı, faziletli, erdemli bir mümindir İbrahim Edhem. En büyük hobisi dağlarda, sahralarda ceylan avına çıkmaktır. Kaynakların aktardığına göre ardından kırk gümüş gürzlü, önünde de kırk altın gürzlü muhafız olduğu halde avcılığı çıkar. Ne yazık ki tabiatı gereği zevk ve neşe içinde başlayan tüm avcılık maceraları hep hüzünle noktalanmıştır çünkü içi dışı farklı bir insandır İbrahim Edhem. Ruhunda derin yaralar vardır sadece onun gördüğü, onun hissettiği, onun yaşadığı. Ancak bir anlam veremez, bir çıkış yolu bulamaz ve kıvranır durur bu acıların ve ızdırapların içinde yıllar boyu.
Avcılıktan yorgun argın döndüğü bir gün erkenden odasına çekilip dinlenmek ister. Odasını hazırlamalarını söyler, kendisi de abdesthaneye gider. Âdeti gereği abdesthaneden biraz geç çıkarmış. Yatağını hazırlayan cariye, kuş tüyünden yatağı güzel örtülerle süsledikten sonra acaba bu yatağın uykusu nasıldır merakıyla başını hafifçe o saltanat döşeğinin üstüne koyar. Olacak bu ya kudret uyutuvermiş! İbrahim Edhem abdesthane dönüşü yatağının üstünde uyuyan cariye kızı görünce hiddetlenerek bu ne cüret diyerek duvarda asılı kırbaçla bir iki vurmuş.
Kırbaçları yiyen cariye belli bir zaman sonra gülme krizine tutulmuş. İbrahim Edhem vurmuş, o gülmüş. Bunun üzerine İbrahim Edhem kıza; “Ben vurmaktan yoruldum, sen gülmekten hayâ etmedin!” demiş. Kız:
“Yok Emirim! Onun için gülmüyorum. Şurada beş dakika yattım, bu kadar kırbaç yedim. Siz senelerdir burada yatıyorsunuz. Acaba Allah sizi ne kadar kırbaçlayacak diye gülüyorum!”
Manevi bir tecelli ile söylenilen bu söz İbrahim Edhem’in gönlüne bir ok gibi batar, kalbinin pencerelerini paramparça eder. Bu ruh haliyle başını saltanat yastığına koyar ancak gözleri bir türlü uyku tutmaz. Yatağında sağa sola dönüp durur. Ne kadar zaman geçer bilinmez. Uyku ile uyanıklık arasında bir haldeyken tavandan rahatsız edici sesler duyar. “Kim var orada?” diye seslenince “Yabancı değilim, devemi kaybettim onu arıyorum” der. İbrahim Edhem, damda deve aramanın şaşkınlık olduğunu söyleyince adam, Allah’ı altın taht üzerinde ve atlas elbise içinde aramanın damda deve aramaktan daha büyük bir şaşkınlık olduğunu söyler.
Cariyenin İbrahim Edhem’in kalbinde açtığı yara damda devesini kaybedenin sesiyle daha derinleşir ancak son bulmaz. Birkaç gün sonra sarayda bir şölen tertiplenir. Şölen başladıktan sonra içeriye davetsiz bir misafir girer. Adam bu handa konaklamak istediğini söyler. İbrahim Edhem buranın han değil kendi sarayı olduğunu söyleyince adam; konağın daha önce kimlerin olduğunu ve onların şimdi nerede olduklarını sorar. İbrahim Edhem, onların öldüğünü söyleyince adam:
“İyi de burası han değil diyen sen değil misin? Nasıl oluyor da birisi geliyor, birisi gidiyor?” der.
Bu diyalogdan etkilenen İbrahim Edhem adamın peşinden koşarak: ”Sen kimsin ki böyle canımdan bir ateş tutuşturdun?” diye sorar. Adam:
“Ben karadayım ve denizdeyim; yerdeyim ve gökteyim. Herkes bana Hızır” der. İbrahim Edhem: “Ne olur eve gidip gelene kadar beni burada bekle” der Hızır (as):
“Hayır, iş bildiğin gibi değil. Seni bekleyecek kadar bir zamanım!” yok der ve ortadan kaybolur.
Aradan günler geçer. İbrahim Edhem, can sıkıntısını bir parça azaltmak için tekrar ava çıkar. Sahrada ilerlerken bir ceylanla göz göze gelir. Okunu yayını hazırlayıp tam çekeceği sırada ceylan dile gelir: “Boşuna uğraşma sen beni avlayamazsın. Beni seni avlamak için gönderdiler” der.
Hayretler içinde kalan İbrahim Edhem artık bir karar bir karar verme zamanının geldiğini anlar. Yavaş yavaş bulunduğu yerden uzaklaşmaya, izini kaybettirmeye başlar. Karşısına çıkan bir saray çobanıyla elbiselerini değiştirip düşer yola.
Zühd ve zahidlik yoluna intisabı böyle başlar. Çeşitli kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla Horasan’dan ayrıldıktan sonra Şam, Irak, Hicaz ve Anadolu bölgelerine seyahatler yapmış, bostan bekçiği, ırgatlık, değirmencilik, hamallık gibi işlerde çalışarak geçimini sağlamıştır.
Kitaplarda kendisine atfedilen sayısız menkıbe bulunmaktadır. Bir gün yolu, İmamı Âzam Ebú Hanife’nin meclisine düşer. İmâm Azam, ona çok hürmet eder: “Buyurun efendimiz, büyüğümüz, meclisimize şeref verdiniz” iltifatında bulunur. Îbrahim Edhem gittikten sonra öğrencileri:
“Hocam bu hangi bakımdan efendilik, büyüklük sıfatına layıktır” diye sorarlar. İmâm-ı Âzam:
“0 daima Allahü Teâlâ'nın kendisi ile meşguldür. Biz ise başka şeylerle” der.
Rızık konusundaki hassasiyeti dillere destandır. Mekke’de uzun yıllar hurma yemez. Sebebini sorduklarında; “Buradaki bazı hurma bahçelerini askerler zorla maiyetlerine geçirmişler. Yanlışlıkla o hurmalardan yememek için tüm hurmaları nefsime yasakladım” der. Bir gün yıkanmak için hamama girer fakat para isterler. “Param yok”, deyince hamamcı:
“Paran yoksa hamama girmezsin” der. Bu cevap üzerine düşüp bayılır. Kendisine geldikten sonra etrafında toplananlara: “
“Boş el ile Şeytan evine bile almıyorlar. Amelsiz, Allah’ın huzuruna nasıl varılabilir? Bunu hatırlayınca aklım başımdan gitti, bayıldım” der.
Şehadeti
Ölüm tarihiyle ilgili değişik rivayetler varsa da 778-779 olarak kabul edilir. Horasan’dan ayrıldıktan sonra hayatının bir bölümünü sınır boylarında düşmana karşı kurulmuş olan karakollarda, o günkü tabirle ribâtlarda murabıt olarak geçirir. Cihaddan hiçbir zaman geri durmaz. Zahidane bir yaşam sürmek, uzleti ve yalnızlığı tercih etmek onu sınır boylarında nöbet tutmaktan ve fiili cihaddan alıkoymaz. Birçok kara ve deniz seferine katıldığı, en son Bizanslılarla karşı yapılan bir deniz seferinde yaralanır ve bu yaradan kurtulamayarak ismi belirtilmeyen bir adada vefat eder.
Kabri şair yeğeni İbn Künâse’nin “garp toprağındaki mezar” mısrasına dayandırılarak Şam’ın sahile yakın bir bölgesinde olduğu ifade edilmiştir.
Ferideddin Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya’sında aktarıldığına göre İbrahim bin Edhem’in irtihaline yakın bir zamanda hâtifden “Yeryüzünün imamı dünyadan göçtü!” sesi işitilir:
Sesi işiten herkes hayretler içinde kalır. Fakat ne manaya geldiği, maksadın ne olduğu ancak İbrahim b. Edhem’in dünyadan göçtüğü haberi gelince anlaşılır. Sırrı aziz olsun İnşallah Hz. Şeyh İbrahim b. Edhem Hazretleri.