Köylü o yıl şimdiye kadar görülmedik sert ve soğuk bir kış mevsimi yaşamıştı. Günlerce yağan karla beraber her taraf beyaz bir örtüye bürünmüş, köy halkı damlarda biriken karı kürümekten, çığır (yol) açmaktan ahizer (yılgınlık) olmuştu.

Çocuklar okula gitmekte çok zorlanırken komşu komşuya zorunlu olmadıkça gidememişti. Neyse ki aradan geçen zaman zarfında baharın habercisi ‘cemre’ önce suya, sonra havaya, en sonda toprağa düşmüştü de karlar erimiş, o çileli günler artık geride kalmıştı.

Mart ayının gelmesiyle önce badem ağaçları, sonra sırayla diğer ağaçlar yattıkları uzun kış uykusundan uyanıp çiçeklerini açarken adeta ölü toprağa ‘can suyu’ serpilmiş gibi tabiat yeniden doğuyordu.

Suya doyan toprak güneşi görmesiyle canlanmış, tava gelmiş, üstünden buharlar çıkarken “beni belleyip alt-üst et, havalandır” diye dile geliyordu.

Baharın gelmesiyle kimi köylü bağını budarken kimileri de bahçesini belleyerek sebze ekimi için hazırlarken haliyle yorulup terliyor, hararetleniyordu. Ağan dağındaki damlacıkta (mağara) biriken karı getirip pekmezle karıştırarak yemenin hayalini kuruyordu.

Bağ ve bahçe işlerini bitiren köylüler Nisan ayı ortalarına doğru bostan ekecek yer ayarlamak ve ekmek telaşına giriyordu.

Yıllardır tarlalar köylülerce bir yıl ekilirken diğer yıl ‘nadasa’ (dinlenmeye) bırakılırdı. O sene tarlaların Boztepe tarafına düşen bölümü arpa, buğday ekilirken Dalakçı tarafına düşen bölümü nadasa bırakılmıştı.

Karacaören arazisi verimli topraklardan oluştuğu için bol mahsul vermesine rağmen kumsal olmadığından bostan (kavun karpuz) ekmeğe pek elverişli değildi. Bundan dolayı köylü Dalakçılı Tilkinin İsmeyile ait olan yüz dönümlük tarlanın ekebileceği kadarını belirli bir ücret karşılığı kiralayıp, bostanını ekerdi.

Tarla Dalakçı’dan Karacaören’e daha yakın olduğu gibi At kuyusu denen bir çeşmenin yanı başında olması (bölgenin adı da At kuyusu geçer) oraya bostan ekenin, sonradan bostan bekleyen kızların su ihtiyacını karşılaması, toprağının da kumsal olması tercih edilmesinin en önemli nedenlerindendi.

Almanya’ya işçi akımına kadar bostan ekimi devam etmiş sonradan üşengeç (iş görmeyi sevmeyen) kadınların “aman canım, ne gerek var, nasıl olsa Almanya bizim için ekiyor” demeleriyle ekim son bulsa da şimdi imkanı olan köylü kendi tarlasına traktörle bir iki çizgi çektirip bostan ekmektedir.

Hakkının oğlu Durgun Ali kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmayan, darda kalanın daim yardımına koşan, sessiz, sakin bir kişiydi. Kimseyle hırı-gürü olmayan, çiftçilik ve hayvancılıkla kıt-kanaat geçinen “buna da şükür” diyen, komşu ve köylülerince sevilen birisiydi.

Oğullarından ikisini everip evlerini ayırmış, iki oğlu da başka şehirlerde işe girmiş, bir kızını da gelin etmiş anlayacağınız hanımı Güldaneyle ‘bir edi bir büdü’ kalmışlardı ama köyde kalan çocukları ve onlardan doğan torunları onları hiç yalnız bırakmıyordu.

İş görürken hiç acele etmez, kimseden de bir akıl almaz, kendi işini kendi aklıyla severek yaptığı ve ağır çalıştığı için köylüleri onu suyun durgununa benzeterek lakabını Durgun Ali koymuşlardı.

Hanımı Güldane kocası Durgun Ali’nin aksine işlerin bir an önce bitmesine bakar “sona kalan dona kalır” hesabı ‘babasının nasihatı’olduğu için aklından hiç çıkarmazdı.

Komşuları her gün Tilkinin oğlunun tarlasını tutmak için sabah erkencecik yola çıkarken kocasının hiç oralı olmamasına içerliyor ama gel gör ki bunu ona demeye bir türlü cesaret edemiyordu. Her gün rüyasında tarla kiralayıp bostan ektiklerim görüyordu.

Koskoca ev olmuşlardı, çocukların evlerini ayırdıkları halde onlar her gün baba evinde yeyip içiyorlardı. Kışın kıtlığında bir kalbur horanta ne yeyip ne içeceklerdi.

Bostana kavun, karpuz, mısır, devranbel, (ayçiçeği) bunların arasına nohut ekilirse fena mı olurdu. Yarın olgunlaştıklarında kavunun, karpuzun tadı bir başka olurken bunun yanında küplere kuracağı kelek turşusunun ‘yemede yanında yat’ misali yemeklerin yanında duruşu bile insanın iştahını artırmazmıydı?.. Torunlarına gönderemez miydi?..

Bütün bunları gün boyu işin-aşın arasında düşünen Güldane kadın bütün cesaretini toplayarak “herif sen hiç oralı değilsin, şu elindeki bitmez işleri bırak ta bir an evvel gidip şu bostan yerini tutalım, yetti gayri senin umursamazlığın” deyi verdi.

Ertesi günü hanımı boz eşeğin üstünde kendisi yaya öğle ezanına yakın bir vakit Atkuyusu çeşmesinde su içip el ve yüzlerini yıkadıktan sonra tarlada soluğu aldılar. (vardılar.)

Kimi köylü kiraladığı kısma tohum atarken kimi de bostan gözesi açma telaşındaydılar.

Köylüler önceden tarladan beğendiği iyi yerleri ayarlamış, parası olan o an, olmayanda sonradan ödemeye söz vermiş, haliyle aradan geçen zaman içerisinde tarlanın iyi yerleri tutulurken seçile seçile taşlı, kumlu kısmı kalmış o da neredeyse bitmek üzeredir.

Tilkinin oğlu (Dumanın İsmeil) bindiği kır atın üzerinde bir oyana, bir bu yana atının yularını çevirirken sırtındaki mavzeri, belindeki ‘Nagat’ tabancası ile sağ elindeki kamçısı onu olduğundan daha heybetli gösterirken ‘havasından’ adeta yanına varılmıyordu.

Arazi kavgasından dolayı katıldığı Dalgara savaşların da(!) “vur İsmeil emmi vur, at da vur” diyen bir köylüsünün Karacaörenlilere olan sevgisinden dolayı gazına gelmeyip “haydi bir,iki Karacaörenliyi vurdun, amma akşam dağa gidecek dalım (kaçacak) eve gidecam” (hapise değil) demesi halen dillerde söylenir.

Koskoca tarlanın hemen bostan yeri tutulmasına şaşıran, aynı zamanda da kötü yerin kendisine kalmasına içerleyen Durgun Ali’ye o an öyle cesaret gelir ki bir anda kendisini ‘Bursalı Yörük Ali Efe’ zannederek hanımının da yanında olmasının verdiği cesaretle ortada dört dolaşan Dumanın İsmeyilin atının geminden tutması bir olur.

İyi huylu, kimseyle itişip kalkışmayan kocasının birden bire böyle celallenmesine hanımı Güldane çok şaşırmış adeta nutku durmuştu (akıl tutması)

Durgun Ali’nin eli gemi tutarken atın birden bire ürküp öbür tarafa dönmesiyle dengesi bozulsa da yere yıkılmamış, bir anlık şaşkınlığını attıktan sonra “ula dürzü, bunca yıllık ahbabız, bana niye tarlanın iyi yerini ayırmadın” diyerek sert çıkışması Tilkinin oğlunun bayağı zoruna gitmişti.

İsmail ağa çok temkinli, düşünceli, hassas birisiydi. Durgun Ali kendisine beklenmedik bir şekilde sert çıkışmış bu yüzden de kamçıyı hak etmiş olsa da bir erkeğe hanımının yanında el kaldırmak yiğitliğin şanına yakışmazdı.

Biraz öfkesini yendikten sonra “ula Durgun, şu kamçıyı şimdi kafana geçirmeden atın gemini bırak, körmü erken gelip tarlanın iyi yerinden tutaydın…” diye bağırdı.

Öfkeyle tabakadan bir tütün sarıp dumanını içine çeken Tilkinin oğlu “tarlayı tutuyon mu(?), tutmuyon mu(?) hemen cevap ver yoksa sırada bekleyen öbür köylüne vereceğim…”

O anda Durgun Ali’nin yüzü suvak gibi bembeyaz kesilmiş ne diyeceğini bilememişti. İster istemez hakkına razı olup kira bedelini ödedikten sonra adama bir şeyler diyecek gibi olsa da dili tutulmuşçasına konuşamadı. Öfkeyle hanımının eşeğe binmesine yardımcı oldu.

Karı-koca yol boyunca bir biriyle hiç konuşmadılar. Arada sırada iyi yürümesi için Durgun Ali eşeğe elindeki deynekle vuruyor, ortalıktaki sessizliği de değneğin sesi bozuyordu. Yarım saat kadar süren sıkıcı bir yolculuktan sonra evin önüne geldiklerinde ikindi ezanı henüz bitmişti. Etrafta kimsecikler gözükmüyor, ‘sanki in-cin’ top oynuyordu.

Durgun Ali hanımının eşekten inmesine yardımcı olurken oraya kadar hiç konuşmayan Güldane kadın “sende hiç erkeklik yok mu(?) bak kocaman adamsın, elin adamı sana neler saydı da sen ağzını açıp çıt diyemedin, yazık sana çok yazık…” diye çıkıştı.

Hanımını sakin sakin dinleyen Durgun ali “orda atının gemini tuttum ya, ula dürzü dedim ya…”

Hanımının tatmin olmadığını anlayınca “aha ben de ona neler diyecaam” diyerek Dalakçı köyüne dönüp gök gürültüsünü andıran o gür ve tiz sesiyle “TARLAN BAŞINI YESİN DÜRZÜÜ diye bağırınca o anda küllükte eşinen birkaç horozla tavuk ürkerek oradan kaçıştılar.

Bu duruma çok gülen Güldane kadın “herif goca köyde şu küllükte eşinen dört tavuktan gayri seni kim duydu ki Tilkinin oğlu Dalakçı’dan duyacak, tavuklar mı laf götürecek, beni güldürme bari…”

Yaptığını babayiğitliğine sayan Durgun Ali kendisine yakışan durgunlukla “LAF YERİNİ BULUR GÜLDAANEM!..” diyerek bıyık altından güldü.

Beraberce hayatın (avlu) kapısından eve girdiler.