İbrahim Ethem dervişliğinin ilk yıllarında bir sarhoşla karşılaşır. Sarhoşun ağzını kir pas içinde görünce su getirip yıkar, temizler. Neden yaptığını soranlara:

“Allah’ın isminin anıldığı bir ağzı kir pas içinde bırakıp gitmek hürmetsizlik olurdu” der.

Sarhoş kendine geldiğinde İbrahim Edhem’in yaptıklarından haberdar olunca gözleri dolar ve tövbe edip salih bir kul olur.

Bu olaydan sonra İbrahim Edhem rüyasında şöyle bir ses işitir: “Sen bizim için sarhoşun ağzını yıkayıp temizledin, biz de senin kalbini temizledik.” Allah hiç kimseye borçlu kalmaz. Yapılan hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz.

Efendimiz bir gün ashabıyla yolda giderken şair Hasan b. Sabit’in içki içmiş bir halde yalpalaya yalpalaya gittiğini görürler. Bazı sahabeler küfre varan ithamlarda bulununca Efendimiz onlara “susun, vallahi o Allah ve Resulünü seviyor” der. Günahkârlar için tövbe kapısı her daim açıktır. Tövbe kapısı açık olduğu halde mümine, kardeşini günahından dolayı kınamak, ayıplamak mümine yakışmaz.

Melâmet düşüncesinin kurucularından Hamdun Kassar şöyle der: “Bir sarhoşla karşılaşırsan ona buğz etme, kötü söyleme, çünkü o duruma sen de düşebilirsin!”

Müslüman kucaklayıcıdır, dışlayıcı değildir. Başkalarında gördüğü kusur ve eksiklikleri görmezden gelir, hiç olmasa empati yapar. Bu önemli bir kültürdür. Bu kültürü içselleştiren ilimlerin başında tasavvuf gelir. Tasavvufun ne olduğunu bilmeyenler Yunus’u, Mevlana’yı, Ahmed Yesevi’yi okusun. Tasavvuf, onların hayatının iklimidir. Onlar gibi hayata, eşyaya, insana bakma inceliğidir. Yunus ne demişti?

“Yaratılanı severim yaratandan ötürü.”

Daha önceki yıllarda tercüme-i hâlini kaleme aldığımız Mucurlu Mustafa Özeren Efendi’nin şeyhi Ahmet Amiş Efendi (1807-1921)’yi hatırlar mısınız bilmem onun da İbrahim b. Ethem’i anımsatan bir menkıbesi vardır Fatih Türbedarı olarak meşhur olan Ahmet Amiş Efendi Balkan göçmeni bir zattır. Tevellüdü 1807 Tuna vilayetine bağlı Tırnova kazasıdır. Okunmaya, araştırılmaya değer efsanevi bir hayatı var.

1853’te yapılan Osmanlı-Rus Kırım Harbi’nde Tabur İmamı olarak gördüğümüz Amiş Efendi, medrese eğitiminden sonra memleketi Tırnova’da uzun yıllar imamlık yapar fakat gönlü hep tasavvufa meyillidir. Bir akşam namazından sonra caminin avlusuna sığınan sarhoş birinin cemaat tarafından tartaklandığını görünce kan beynine sıçrar ve sarhoşu sırtladığı gibi evine götürür. Sarhoş ayıkınca kendisini eve getirenin Ahmet Amiş Efendi olduğunu öğrenince gözleri dolar ve tövbe edip salih bir kul olur.

Düşene bir tekme de sen vur demez Ahmet Amiş Efendi. Tıpkı Yunus gibi “yaratılanı yaratandan ötürü” seven-sayan bir zihniyetin mensubudur. Bu olaydan sonra tamamen seyr ü sülûk yoluna intisap eder.

Halvetiye-i Şabaniye’nin önemli postnişinlerinden olan Ahmet Amiş Efendi, Yaşar Nuri Öztürk’ün üzerine doktora tezi yaptığı Kuşadalı İbrahim Halveti başta olmak üzere dönemin birçok meşayih-ı kirâmından istifade ederek seyr ü sülûkunu tamamlar ve 1877 yılında Tuna vilayetinin Osmanlının elinden çıkmasından sonra İstanbul’a gelerek Niğdeli Bekir Efendi’nin yerine Fatih Türbedarı olur ve Fatih Türbedarı olarak da meşhur olur. Mustafa Mucuri Efendi’de, hazretin bu son sonelerine yetişerek kendisinden ilim-irfan tahsil eder. Cümlesine selam olsun.

Tırnova’da sarhoşu sırtlarken gördüğümüz Amiş Efendi, İstanbul’a avdetinden sonra geri kalan ömrünü, şu sarhoştur, bu berduştur demeden ümmetin derdini kederini sırtlamakla geçirir. Kendini bu yola vakfeder.

Amiş Efendi’yi düşünürken hep şu iki kare gelir gözlerimin önüne. Sarhoş sırtlayan Ahmet Amiş Efendi ile sarhoş tekmeleyen Ahmet Amiş Efendi. Aradaki farkı, aradaki uçurumu siz düşünün. Hangi karede olmak

isterdiniz bilmem ama ben kesinlikle sarhoş sırtlayan Ahmet Amiş Efendilerin bu ümmetin derdine derman olacaklarını düşünüyorum. İlk dönem zahitlerinden Yahya b. Muaz ne güzel özetlemiş mevzuyu:

"İsyanda olanların kırık ve utangaç hali, benim için ibadette olanların sert, mağrur ve dik tavırlarından daha sevimlidir."

Müslüman günahla kâfir olmaz, dinden çıkmaz. Ama günahkârdır diye kardeşinden yüz çeviren, onu hatasından dolayı yargılayan hem kendine hem de kardeşine en büyük kötülüğü yapar. En basitinden onu temelli kaybedebilir. Bu da “Onlar bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı” diyen bir peygamberin ortaya koyduğu ölçüye sığmaz.

Tasavvuf, bu empati kültüründen neşet bir hâl ilmidir. “Müminler birbirleriyle karşılaştıklarında, birbirini yıkayan iki el gibidirler” der hazreti peygamber. O benim, ben de onun berberiyim. Kulluk böyle daha güzeldir. Bağırmak, çağırmak, tekfir etmek, lanetlemek, ötekileştirmek İslam kültüründe yeri olmayan davranışlardır. Hz. İsa, on bir havarisiyle yolda giderken bir köpek leşine tesadüf eder. Herkesin yüzünü çevirdiği bir anda Hz. İsa: “Ne güzel inci gibi dişleri var” der. Her çirkinlikte bir güzellik mutlaka vardır. Mümin bu güzelliği gören kişidir. Yirmi iki gözün göremediğini bir çift göz görüyor. Onun için, güzelliği gören gözler her daim azdır ama o azlık keyfiyet olarak her daim çoktur. Azdaki “keyfiyeti” artırmak, çoğaltmak lazım. Yunuslar, Amiş Efendiler, Mevlanalar bu ruhun, bu iklimin insanlarıdır. Bir çağı açıp, bir çağı kapatan Fatih’i, “Fatih” yapan bu iklimin, bu ruhun insanı Akşemseddin’dir. Bu ruha, bugün her zamankinden çok daha muhtacız. Zaferler, gökten zembille inmez. Himmet, hizmete tabidir ama doğru bir hizmetle, Allah’ın razı olduğu bir hizmetle, resulün razı olduğu bir hizmetle. Dışlayan, ötekileştiren, tepeden bakan, azarlayan bir hizmetin bu ümmete faydası yoktur. Fuzuli hazret ne güzel söylemiş:

Yâr için ağyâra minnet ettiğim aybeyleme

Bağbân, bir gül için bin hâre hizmetkâr olur

İbrahim b. Edhemler, Ahmet Amiş Efendiler, eğer o ayıbı düşünselerdi, pis sarhoş elbisemi kirletti, kokusu beni murdar etti, gören de ne der? deselerdi o sarhoşları sırtlarına alırlar mıydı hiç? Allah onlardan razı olsun.

Eğer başarabilirsek, yaşantımızın temelini tasavvufi ruh üzerine bina edebilirsek sorunlarımızı en asgariye indirebiliriz. Yanlışlara tebessümle yaklaşan bir haleti ruhiye hangi derdimize çare olmaz ki? Bu bakış açısı sufilerin mirasıdır, özü tasavvuftur. Tasavvuf, sünnetin yaşanmasıdır. Sünnet, Kurân’ın açılımıdır.

Bir papaz Konya’ya, Hz. Mevlana’yı ziyarete gelir. Mevlana ile karşılaşınca onun önünde üç defa eğilir. Papazın bu tevazuuna duyarsız kalamayan Hz. Mevlana’da eğilir ve bu eğilme işi tam otuz üç defa tekrarlanır. Rahip bu tevazunun sonunda feryad u figan ederek üstündeki elbiseleri çıkarır ve Müslüman olur. Hz. Mevlana eve döndüğünde oğlu Sultan Veled’e şöyle der:

“Evladım, bugün bir rahip, tevazu ve alçakgönüllülük tacını elimizden almak istedi ama Allah’a şükür tevazuda biz galip geldik.” (Manakıbu’l-Arifin, Eflakî, 1/361)

“Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi.” (Kurân, 3/159)

Bu seviyeye erişen, bu bakış açısını kazanan insan kâmildir, olgundur. Bu olgunluk tek başına kazanılmaz; bir mürşide, bir rehbere ihtiyaç vardır. İnsan kendi kendine yetişen hudayînabit bir varlık değildir. Babasız çocuk olamayacağı gibi mürşitsiz insan da kâmil olmaz, yarı yolda kalır. Yolda kalmak istemiyorsak bu yolun yolcusu olmalıyız. Toplumun huzuru, devletimizin bekası buna bağlıdır.

Sonsöz: Osmanlı’yı altı yüz sene üç kıtada otuz yedi milleti tek bayrak altında idare ve ikame erkine ulaştıran ve yenilmez kılan burada altı çizilen tasavvufi ruhtur. Bu ruhun zayıflamasından sonra Cihan Devleti Osmanlı ziyan oldu gitti. Yeniden Cihan Devleti olmak istiyorsak Şeyh Edebalı’nın, Osman Gazi’nin ruhuna nakşettiği o neşveyle tanışmalıyız özetle aşkın talebesi olmalıyız. “Aşksız baş kuyruktan geridedir”, der Hazreti Mevlana. İşte sufilerin mirası budur: Aşkla Yaşamak. Aşkla kalın.