Abdülhakim Arvasi, 1918 yılında İstanbul'a geldi. Bir süre Eyüp Sultan'da kaldıktan sonra Gümüşsuyu’nda bulunan Eyüp Kaşgarî Dergâhı şeyhliğine atandı.

Bu vazifesine ilaveten, Sultan Vahdeddin Han kendisine Süleymaniye Medresesi müderrisliĝi ile İstanbul'un muhtelif camilerinde vaaz etme görevini verdi.

1865 yılında Van-Başkale'de başlayan dünya yolculuğu, 1943 yılında Ankara-Baĝlum'da son buldu. Ankara en sevmediği il ama o dönemlerde cenazelerin şehir dışına çıkarılması yasaktı, burada defnedildi.

Tasavvuf başta olmak üzere din ilimlerinde mütehassıstı. Seyid Tahâ-i Hakkâri’nin halifesi Seyid Fehim Arvasî’nin huzurunda yetişti, tasavvufî terbiyesini ondan aldı. Onun sohbet ve teveccühleriyle kemâle erdi. Nakşibendiye, Kübreviye, Sühreverdiye, Kādiriye, Çiştiye ve Üveysiye tarikatlarından icazet sahibiydi. Bir üniversite gibiydi. Huzurunda diz çökenleri yetiştirmede mahirdi. Hem zahiri, hem de bâtıni ilimlerdeki vukûfiyeti yüksekti.

1914 yılında Doğu Anadolu Ruslar ve Ermeniler tarafından işgal edilince Van Müftüsü Muhammed Sıddık, Gevaş Müftüsü Sadık Efendi ve Bediüzzaman ile birlikte fiili cihada katıldılar. Bediüzzaman Ruslara esir düşerken Van Müftüsü ile Arvasi halifelerinden Muhammed Sıddık şehadet şerbetini içerler. Doğudaki yaşam şartlarının ağırlaşmasıyla beraber ailecek Van’dan hicret ettiler. Uzun yıllar zor şartlar altında iptidai bir yaşam sürdüler. Çoğu akrabasını bu göç sırasında kaybetti.

Erbil, Bağdat, Musul, Adana, Konya, Eskişehir illerini dolaştıktan sonra nihaî menzil İstanbul'a vardılar. Takvim yaprakları 1918’i gösteriyordu.

İstanbul'a gelmeleriyle yollarda gördükleri meşakkat ve sıkıntılar son buldu.

Çok okumayı ve araştırmayı severdi. Aynı zamanda çok mütevazı ve alçak gönüllüydü. Ağzından "Ben" kelimesini duyan olmamıştır. Okuduğu kitaplar hakkında şöyle derdi:

"Biz büyüklerin yazdıklarını anlayamayız ama bereketlenmek için okuruz."

Tekkelerin kapatılmasıyla (3 Mart 1924) ilgili kendisine yöneltilen bir soruya şöyle cevap verir;

"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekânları kapattı. Onlar, kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı"

İbadet hayatında, özellikle de namaz konusunda çok hassastı.

"Bir vakit namazımı kaybetmektense dünyaları kaybederim daha iyi" derdi.

Uzun seneler İstanbul'da kaldı. En ince ayrıntısına kadar İstanbul'u tanırdı, bilirdi. Sevenleriyle oturduğu bir gün şöyle der:

"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her vasıtayı, her imkânı bulabilir."

Birçok güzel insan ile bu şehirde tanıştı. Necip Fazıl’da onlardan biriydi. İlk defa, Beyoğlu Ağa Camii’nde tanışırlar. Camideki hoparlörden sokağa taşan sohbet sesine kayıtsız kalamayan Necip Fazıl duraksar ve içeri girmek ister. Yanında kendisi gibi şair ve yazar olan Abidin Dino’da bulunmaktadır. Tüm ısrarlara rağmen Abidin oralı olmaz ama Necip Fazıl camiye girer ve bir daha hazreti şeyhi bırakmaz, onun seyr î sülûk halkasına dâhil olur, ömrünün sonuna kadar “Kurtarıcım, müjdecim, mürşidim, şeyhim, nurum, ruhum, canım, efendim, topyekûn hayatım…” diye hitap ettiği Abdülhakim Arvasi’nin nur halkasından ayrılmaz. Takvimler 1930’lu yılları göstermektedir.

Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;

Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!

Bu kısa tanışmadan sonra Necip Fazıl, bir güne Hazreti şeyhi evinde ziyaret eder. Hazreti Şeyh o sıralar Eyüp Gümüşsuyu’nda oturmaktadır. Kısa bir sohbetten sonra Abdülhakim Arvasî Hazretleri, Necip Fazıl’a; “Bu iş kitapla yani salt okumakla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti, çatal, bıçakla anlaşılır mı?” der.

Hazreti şeyhin bu sözleri Necip Fazıl’ın gönül kafesini parçalar geçer. Sohbetin sonunda kendisine er-Riyâzu’t-Tasavvufiyye adlı eserini hediye eder ve ayrılırlar. Şu mısralar bu ana bir dipnottur:

Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum!

Aralarında büyük bir muhabbet oluşur. Abdülhakim Arvasi kendisine “sende zekâ ve muhabbet” ifrat derecesindedir” der. “Nil Nehri olmasaydı Mısır, Abdülhakim Arvasi olmasaydı Necip Fazıl olmazdı” sözü bu muhabbetin eseridir.

Bir gün yolu Kapalı Çarşı’ya düşmüşken etrafına toplananlar ümmetin kurtuluşu için kendisinden dua isterler. Şöyle buyurur:

“Siz bana ümmeti gösterin ben de size kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet, ben göremiyorum" der.

Soyadı kanunu çıkınca Üçışık soyadını aldı.

Birçok camide sohbet ve vaazlarda bulundu. Bunların başında Beyazıt Camii ile Beyoğlu Ağa Camii gelmektedir.

Ardından bir sürü irili ufaklı eser bırakan Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nin en büyük eseri Necip Fazıl Kısakürek kabul edilir. Onun dışında ömürlerini memlekete hizmet davasına adamış, mühim vazifeler ifa etmiş öğrencilerinin, ihvanının sayısını Allah bilir. Telifatını da sayacak olursak bunların başında güzide sahabelerin faziletlerini ihtiva eden “Ashâb-ı Kirâm”, “İslâm Hukuku”, “er-Riyâzu’t-Tasavvufiye”, “Rabıta-i Şerife,Keşkül” ve “Sefer-i Ahiret” eserleri ile öğrencilerine gönderdiği mektupları gelmektedir. Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme aldığı şiirleri ise hakeza.

Hazretin üç oğlu, iki kızı vardı. Enver Bey hicret esnasında Eskişehir’de (1918), Ahmet Neyyir Mekki Üsküdar ve Kadıköy müftülüğü yaptı. Kadıköy müftülüğü yaparken İstanbul’da (1967), üçüncü oğlu Seyid Münir Efendi İzmir’de (1979), Kızı Şefika Hanım hicret esnasında, Musul’da (1918), vefat etti. İkinci kızı Maide Hanım, 2006’da vefat eden Van eski milletvekili Seyid İbrahim ile evliydi. O tarihte henüz hayatta olan Maide Hanım’ın son hali ile ilgili bilgiye sahip değiliz.

Vefatı ve Kabri Şerifleri

1943 yılında sıkıyönetimin emriyle İzmir’e sürgüne gönderilen Adülhakim Arvasi Hazretleri, bir süre orada sürgün hayatı yaşadıktan sonra nükseden hastalığından dolayı, istememesine rağmen İstanbul yerine en sevmediği şehir Ankara’ya gönderildi.

Müderrislik, müftülük, öğretmenlik, vaizlik ve imamlık ile geçen 78 yıllık ömür, 27 Kasım 1943 yılında Ankara’da, dudaklarında son kelâm “Allah” kelime-i tayibesiyle dünyaya gözlerini yumar

İstanbul’da, Bağlarbaşı’nda Şeyhülislâm Hikmet Efendi’nin kabri yanında mezarı kazılmış vaziyettedir. İstanbul’a nakli için ilgili yerlere başvurulur fakat izin çıkmaz. Ankara sınırları içinde ölenlerin Asrî mezarlığa defnedilme şartı vardır ancak hazretin Ankara’yı sevmemesi dolayısıyla yakınları ve sevenleri şehrin dışına defnedilme çabasından vazgeçmezler, araştırmaya devam ederler.

Necip Fazıl’ın Son Devrin Mazlumları’nda yazıldığına göre hazretin Kırşehir’de yakınları varmış. (Ne yazık ki Hazreti şeyhin Kırşehir’deki akrabalarının akıbetiyle alakalı bir bilgiye ulaşamadık.) Kırşehir’e nakli düşünülür fakat bunda da resmi prosedüre takılırlar. Ümitlerin kesildiği bir sırada çalınan kapıdan kim olduğu ve nereden geldiği bilinmeyen aksakallı bir zat, Ankara yakınlarında bulunan Bağlum Köyünü salık verir ve ortadan kaybolur. Hazreti bir battaniyeye sarıp vatandaşlara ait sıradan bir araç ile Bağlum’a götürüp defnederler.

Necip Fazıl, hocasının ölümünü “O ve Ben” eserinde “güneşin batması” olarak değerlendirir ve kendisinin de hocasının yanına defnedilmesini vasiyet eder. Bu arzusunu vefatından bir yıl evvel şu mısralarla dile getirir:

“Hayat bir zâr içinde, hayatı örten bir zâr;

Bana da hayat yeri; “Bağlum Köyü”nde mezar.

Necip Fazıl zahir âleminde bu arzusuna nail olmaz ama vefatına kadar Ankara Bağlum’da bulunan hocasının kabri şeriflerini ziyaretten geri durmaz. Bu ziyaretlere verdiği önem ve hocasına duyduğu derin sevgi tartışılmazdır. Toprağına bile kutsiyet arz eden bir sevgi. Yazımızı da her kula nasip olmaz bu sevginin cümleleriyle noktalayalım. “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyrulmuştur. Her iki büyüğümüzün de kabirleri nur, makamları âli olsun inşallah.

“Hayatlarında eteklerine yapışıp bir daha kendilerinden ayrılmamak cehdini gösteremeyen ben, bu mezara kaç kere taşındım ve ruhaniyetleri huzurunda ne türlü yalvardım ve ağladım, Allah bilir. O mezardan şişeler içinde topladığım topraklar, evimin misk saçan buhurdanıdır.”

Son sözümüz şu olsun:

Yarabbi! Ayakuçlarına gömülmeyi şeref addetiğimiz büyüklerin varlığından bizleri ve bu aziz milleti mahrum bırakma! Âmin.