Kırşehir adı ile ilgili olarak tarihi resmi kaynaklardan hiçbirinde Kırşehir’in adı Gülşehir olarak geçmez. Buna kanıt olarak aşağıdaki kaynakları gösterebiliriz:

Caca Oğlu Nureddin Vakfiyesi: Kaynaklara Nureddin Caca’nın adına, ilk olarak, IV. Kılıçarslan’ın tek başına sultan olmasından sonra (H. 659 / M. 1261) rastlıyoruz. İbn Bibî’ye göre, Nureddin bir deveci iken Muhyiddin Pervâne’nin dikkatini çekmiş ve onun himâyesinde Kırşehir emirliğine kadar yükselmiştir. (Bibî, 1956:646) Nerede ve ne zaman doğduğu, hangi yılda emir olduğu bilinmemektedir. (Kucur,1991:541)

Caca Bey, Kırşehir emiri olduğu tarihten itibaren H. 676 (M. 1277) yılına kadar Kırşehir’i adaletle yönetmiş; camiler, medreseler, hayır kurumları kurdurmuş; ilmi ve âlimleri korumuştur. H. 676 (M.1277)’da Mısır Sultanı Baybars ile Elbistan Ovası’nda yapılan savaşta esir olanlar arasında Nureddin ve kardeşi de vardır. Bu esirlik ancak birkaç ay sürmüş, Baybars’ın aynı yıl içindeki ölümünden kısa bir müddet evvel serbest bırakılmışlardır. Ancak, onun ne zaman, nerede öldüğü hakkında kesin delillere dayanan bilgimiz yoktur. Bir rivayete göre 1301’de Rum tekfurları ile yaptığı bir çarpışmada şehit düşmüştür. Ölümünden sonra getirilerek kendi adına yaptırdığı medresenin yanındaki kümbetine defnedildiğini biliyoruz.

Caca Oğlu Nureddin, daha çok H. 670 (M.1272) tarihli Arapça-Moğolca vakfiyesinin özelliğiyle tanınmıştır. Aslı Arapça olan metnin özeti mahiyetindeki Moğolca kısım, Anadolu’da Uygur harfleriyle yazılmış ilk Moğolca eser olması dolayısıyla önem kazanmıştır.

Kırşehir emiri Nureddin Cebrail Caca, 1272 yılında kendisinin başlıca Kırşehir, İskilip, Koşhisar (Şereflikoçhisar), Sultanyügi (Eskişehir) içinde ve civarında ve bir kısmı da Ankara, Konya ve Aksaray vilâyetlerinde bulunan bütün mal ve mülkünü, kısmen kendi ahfadına ve kısmen de bu kentlerde bulunan medrese, cami, han ve başka hayır müesseselerine vakfetmiştir. O, vakfın idaresine ait meselelerle kendi arzularını ve sarfiyatla ilgili esasları Arapça ve Moğolca vesikalara yazdırmıştır. Bu vesikada Kırşehir ve çevresindeki arazilerin ve yerleşim yerlerinin adlarına rastlamaktayız. (Temir, 1989: 106-142)  

El-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-umûri’l-Alâiyye ya da Selçuknâme: İbn Bîbî tarafından Farsça olarak 1277 ve 1282 yılları arasında yazılan eser Anadolu Selçuklu Devleti döneminin birincil kaynağı olarak kabul edilmektedir. Eser Türkçeye çevrilmiş biçimiyle 1956 yılında Türk Tarih Kurumu ve daha sonra Kültür Bakanlığı tarafından 1000 temel eser serisinde yayınlanmıştır. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat dönemini anlatan bu eserde Kırşehir adı birçok kez geçer.

Bezm u Rezm: Kadı Burhâneddin’in emriyle Erdeşir Esterâbâdî tarafından kaleme alınmış özel bir tarih mahiyetindedir. Müellif eserinin I. cildini 800’de (1398) bitirmiştir. Kadı Burhâneddin’in hükümdarlığı boyunca Eretnaoğulları, Mutahharten Beyliği, Karamanoğulları ve diğer beyliklerle mücadelelerinden ve bunlar arasında meydana gelen savaşlardan bahseder. Bu eserde Kırşehir’den ve Cemele Kalesinden bahseden bölümler vardır. Bezm ü Rezm önce Kilisli Muallim Rifat tarafından neşredilmiş, (İstanbul 1928) daha sonra Mürsel Öztürk tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir (Esterabadi, 1990).

Ahi Evran döneminde yazılmış ve daha sonraki dönemlerde kopyalanmış olan ahi Evran Vakfiyesi’nde ve Kırşehir Müzesinde bulunan diğer vakfiye, berat ve fermanlarda Kır Şehri adı sıkça geçmektedir. Bu vakfiye, şecerename ve beratlar çeşitli bilim adamları tarafından zaman zaman çalışmalara konu edilmiştir.

 Bunlar arasında Prof. İlhan Şahin’in “Ahi Evran Vakfiyesi ve Vakıflara Dair” adlı çalışması ile “Şeyh Süleyman Türkmani Zaviyesinin Vakıflarına Dair” adlı makaleleri ile ve Tarih İçinde Kırşehir adlı kitaplarını; Ahi Evran Üniversitesinden Orhan Kurtoğlu ve arkadaşlarının Kırşehir Müzesindeki Ahi Şecerenameleri, Beratlar, Vakfiyeler adlı çalışmalarını en başta zikredebiliriz.

Yukarıda belirttiğimiz ve bundan sonra yapılan çalışmaların, kitap ve makalelerin künyeleri çalışmamızın sonunda kaynakçada belirtilmiştir.

Hacı Bektaş Velî ve onun menkıbelerini anlatan Velâyetnâmeleri de birer yazılı kaynak

Gül Şehri ve Kır Şehri adıyla ilgili olarak, Hacı Bektaş Velî Velâyetnâmelerini de birer yazılı kaynak olarak değerlendirmek mümkündür:

Mensur bir Hacı Bektaş Velî Velâyetnâmesi’nde “Ol zamanlar Kırşehri’nin adı Gül Şehri idi. Camileri, mescidleri, medreseleri çoktu; mâmurdu. Şehirde müderrisler, bilginler, olgunlar vardı.” denilmektedir. ( Gölpınarlı, 1990: 49)

Başka bir manzum Hacı Bektaş Velî Velâyetnâmesi’nde ise;

            Ol vakit Kırşehir ulu şehir idi

            Orta yerinden geçen hem nehir idi

 

            On sekiz bin derler evi var idi

            Burcu bârû çevresi hisâr idi

Beyitleri yer almaktadır. (Tarım, 1948:8)

Yozgatlı Nihânî, manzum olarak kaleme aldığı “Velâyet-nâme-i Hacı Bektaş-ı Velî” adlı eserinin 4048 ve 4049. beyitlerinde

Nice müddet eder anda ikamet

Eder Kır Şehri’ne pes atf-ı himmet

Bu şehr içinde etdi çün karârı

O dem Gül Şehri ile nâmı câri 

diyerek o dönemde Kır Şehri adının aynı zamanda Gül Şehri diye de kullanılmakta olduğu belirtilir.  (Kurtoğlu,2015:336)

Hocazâde Ahmet Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ adlı eserinde, Kırşehir’den bahsederken, “Bu şehir ârifler arasında Gül Şehri adı ile anılmıştır.” der. Buna sebep olarak da Şeyh Ahi Mîrim Halvetî’yi gösterir. Şeyh, Kırşehir’de yaşayan büyük velilerden biridir. Hocazâde, ondan bahisle “Şeyh hazretleri, Herev’de Kelibâv adlı köyde dünyaya gelmiştir. Şirvan’da ve Herev’de ilimleri tahsil edip, Herev’de kalmayı tercih etmiş idi. Daha sonra Anadolu’ya gelerek Kırşehir’e yerleşmişler ve latife makamında “Kelibâv’dan çıktık Gülâbâd’a geldik” diye Kırşehir’den memnuniyetini beyan buyurmuştur. Bu latife Kırşehir’in arifleri arasında “Gülşehir” adıyla anılmasına sebep olmuştur. Güyâ kasabanın ilk binasında kerpiçlerini gül suyuyla karıştırmışlar imiş.” der. (Hocazade, 2011:52-53)

Gülşehri ve Feleknâme adlı eserinde Sadettin Kocatürk de aynı bilgiye yer verir.  (Kocatürk, 1982: 25)

Bunların dışında, aşağıda daha geniş bilgiye yer vereceğimiz Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-kudsiyye adlı mesnevisinde, Helvacızâde Hulvî Mahmud Cemâleddîn’in Lemezât adlı eserinde ve Ahmed-i Gülşehrî’nin şiirlerinde Kırşehri ve Gülşehri adları ile ilgili bilgiye rastlamak mümkündür.

Halk arasında ise, aynı adın veriliş sebebi olarak: Şehrin eskiden gül bahçeleriyle dolu olduğu, buraya bu yüzden Gül Şehri denildiği ifade edilmektedir. Aynı kaynaklar: “Hattâ gülcülüğün ve halıcılık Isparta’ya buradan gitmiş olduğunu; bugün hayvan pazarı olarak kullanılan mevkideki küçük yokuşun üst başında gül yağı çıkarmaya mahsus, büyük bir pres olduğunu, bu prese dink adının verildiğini belirtmişler, buranın bu yüzden “Dingin Başı olarak adlandırıldığını ifade etmişlerdir. Biz de o mevkie bizzat giderek halk arasında hâlâ aynı adın kullanılmakta olduğunu tespit ettik. Ancak yukarıda yer alan bu bilginin geçerli ve güvenilir olabilmesi için birtakım belgelere dayanarak teyit edilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Kırşehir’in bir güller memleketi olduğunu Dadaloğlu da teyit etmekte, bunu şiirlerinde şöyle yansıtmaktadır:

 “Biter Kırşehir’in gülleri biterz

 Çağrışır dalında bülbüller öter

 Ufacık güzeller hep yeni yeter

 Güzelin kaşında keman görünür  

Şemseddin Sami de Kamus-ı Türkî adlı eserinde “Kasaba pek dağınık ve hâneleri bağ ve bahçelerle muhât olup, boyu 10 ve eni 5 kilometredir. Üzümüyle envâ’ meyveleri bol ve pek lezîzdir. Kırşehri’nin Selçûkîler zamanında binâ olunduğu anlaşılıp, ancak mezar taşlarında ve sâir bazı taşlarda Yunan ve Latin hatlarıyla eski bir takım yazılar görüldüğünden, bazı enkâzının o civarlarda bulunmuş bir şehr-i kadîmden menkul olmaları melhuzdur.” diyerek kentin yeşilliğinden söz eder. 

Gelecek hafta “Gülşehri adı nereden geliyor?” sorusuna cevap arayacağız.