Dertli bir dünyada yaşıyoruz. Gülümsemelerin unutulduğu, sürekli bir huzursuzluk haliyle şikâyetçisi olduğumuz bir dünya… İçinde sıkıldığımız, bunaldığımız arada öfke, nefret nöbetlerine yakalandığımız sükûneti korumanın güçlüğüyle…
Zaman akıyor, durmuyor, kendi mecrasında bildiği veya kurulu olduğu düzende ilerliyor. Çivisi çıkan dünyada hiç şaşmadan en doğru biçimde, yalansız ve aldatmadan akıyor. Akan zamanla birlikte ömrümüzün hızlı tükenişini görememenin körlüğü içindeyiz.
Ömürlerimiz birer damlacık iken bu kör dövüşü, bu kavga, bu öldürmeler, bu kıyımlar, bu katliamlar… niye ?… Miras olarak bırakacağımız kötülüklerden başka güzellik yok mudur?
Her ilerleyişimizle birlikte daralan, bireyselleşen, birbirimizden uzak yaşamlarımızla sadece yalnızlık yolculuğunu ihtirasla, hırsla, tutkuyla sürdürüyoruz. Her yol alışla rahatlayacağımıza kedere sürükleniyor, farkında olmadığımız veya umursamadığımız yalnızlığımızla karşılaşıyoruz. Hüzün ve karamsarlık benliğimizi ele geçirmişken, ruhumuzdaki kırılmaları hissetmeyecek kadar duygusuzlaştık.
Sürekli tüketiyor, sürekli şikâyet ediyoruz. Hayatı anlamlı kılacak veya geleceğe ufuk açacak umutlardan ve anlayışlardan o kadar uzağız ki! Kendi benliğimize sahip olmayan birer hiçiz. Aslında birer hiç olduğumuzun farkında olmayacak kadar zavallı… Hepimizin modern birer köle oluşunun farkına varamayacak kadar zavallıyız.Çok güçlü olduğunu sandığımız anlarda bile en küçük birer sarsıntıyla tuzla buz olan çaresizleriz.
Hiçbir insani değerin anlamının olmadığı, her şeyin metalaştığı, benliklerimizin bize ait olmadığı bu “gayri ahlaki” çağda yaşamanın sıkıcılığı sizleri sıkmıyorsa, sorun bendedir. Farkında olmanın ıstırabı, yükü ağır olup onu taşımak bana külfet gibi geliyor. Arada bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolu, bir yöntemi olmalıdır diye düşünüyorum. Bu bireyci, bu asalak, bu çürümüş, bu yozlaşmış çağda insanın var olmasının çekilmezliği beni de içine çekiyor. Hayatın rutinleriyle boğuşurken gelecek tasavvurunun, kurgusunun ötelenmesinin çaresizliği beni esir alıyor.
Sürekli bir ağlama hali yaşıyoruz. Yüzler gülmüyor. Sadece yüzler mi, renkler de canlılığını yitirdi. Solgun, sönük, cansız… Dünyanın her tarafında bir kargaşa, bir keşmekeşlik, bir güvensizlik, bir umutsuzluk halinin egemenliği… Tuzu kuru bir azınlığın huzurlu, mutlu olduğu yanılgısına kapılmayın. Sistem mutsuzluk üzerine inşa edilmiş, varlığını sürdürmeye çalıştıkça mezarını da kazıyor. Işıltılı şatolarında, çelik duvarlarla çevrili saraylarında, binlerce korumayla sürekli bir korkuyla yaşamanın çaresizliğiyle…
İnsanın kendisine ve başkalarına uyguladığı ve yaşattığı işkencenin kime yararı var. Mazlum yokluğun, varsıl gücünün umutsuzluğunu yaşarken bu yaşlı gezegen sadece kırılgan…
“İnsan oğlunun kaderi hep aynı mı ? Günah işleyen Herkül ile günah işleyen Hz. Yunus arasındaki fark ne ki? İnsanoğlu sadece Tanrı2ya karşı mı hesap vermek zorunda kalacak? Ne zaman kendi vicdanının sesini her şeyin üstünde tutmasını öğrenecek.“
Karşıtlarımıza karşı beslediğimiz nefret bizi sürekli yanlışlar yapmaya götürür. Vicdanımızı köreltir.Körelen vicdan her türden kötülüğe hazır hale gelir. Vicdanları yaralananlar ise iyilikten uzaklaşırlarken kendileriyle uğraşmak zorunda kalırlar. Hayatın anlamı biraz da günahın Tanrı’ya karşı değil de insana karşı işlendiği gerçeğiniiçselleştirmesinden geçer. Korkuyla durduğumuz günah duvarının gölgesinden uzaklaşırken sevgi adacığında ruhumuzu arındırmalı, aydınlatmalı, ışıldatmalı ve çoğaltmalı. Tanrı’lara kurban vermekten, adaklar sunmaktan çok, vicdanlara dokunmaktır derdimiz. Her dokunuşta yüreklere akar, beyinlerde çoğalırız.