Zeydi hem dinleyip hem de yola devam edip, Mescid-i  Aksa’nın Kanuni Sultan Süleyman tarafından yapılan surlarına kadar ulaştıktan sonra otobüsten iniyor ve Mescid-i Aksa’ya doğru yürüyoruz. Önce Mescid-i Aksa’nın hemen yanında bulunan meşhur bir kahvaltı salonuna uğruyoruz. Kahvaltı için değil, Emad İshak Ebu Hatice’nin hikayesini dinlemek için. Mescid-i  Aksa’ya 15-20 mt uzaklıktaki babadan kalma 6 metrekare dükkanını elinden almak için İsrail’in yaptığı bütün baskılara direnmiş sıradan bir Filistinli O, Hatice’nin babası, anlatmaya başlıyor; Yedi yıl önce tutuklayıp, bu dükkanda hiç bir şey satamazsın, dışında yap ne yapacaksan demişler. Görünen gerekçe dükkânın yahudi tarihi için önemli bir eser olması, asıl gerekçe Kudüs’ün altındaki 15 tünelden ikisinin geçtiği kesiştiği bir yerde olması. Beş ayrı avukat tutuyor ve uzun süre sonra davayı kazanıyor. İsrailli yetkililer dükkânını aç ama biz seni her gün denetleyeceğiz deyip, günlük 350 dolar denetleme parasını bile kendisinden alıyorlar. Elektrik su parası ve diğer vergiler nedeniyle zorlandığı bir zaman dükkânını tam 31 milyon dolara satın almak istiyorlar. Ama üç ay önce ölen ve “bu dükkân bizim değil ümmetin, biz burada emanetçiyiz” diyen babasının sözünü hatırlayıp hatırlatıyor bize Emad İshak Ebu Hatice. Hiçbir ülkeden yardım talebine cevap gelmezken, Türkiyeli müslümanların destek verdiğini, TİKA eliyle ve bireysel desteklerle dükkânını büyütüp hizmet vermeye devam ettiğini, bu sebeple misafir değil ev sahibi olduğumuzu heyecanla vurguluyor.

            Orada şahit oluyoruz ki; İsrail Kudüs’de müslümanların sayısını azaltabilmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Satın alabileceği her şeyi maddi değerini çok üstünde fiyat vererek, satın almaya çalışıyor. Satın aldığı her yere İsrail bayrağı ve önemli bir yerse yahudi şamdanı dikerek, burasının artık yahudilere ait olduğunu ilan ediyor. Satın alamadığı yerleri ise çıkardığı bazı kanunlar çerçevesinde anlamsız gerekçelerle gasp ediyor. İsrail çalıştırılmayan kullanılmayan her yeri; tarla, dükkân, ev hatta özel mülk olsa bile işgal edebiliyor. İşgal edeceği bir tarlaya gidip konteynır bırakması, burası kullanılmayan bir alan o halde İsrail devletinin malıdır demesi yetiyor. Daha sonra dışarıdan getirdiği yahudilere gasp ettiği yerleri ücretsiz vererek sosyodemografik yapıyı bozuyor. Bunu başardıklarını maalesef üzülerek görüyoruz. Kudüs’de yahudi nüfusu 600 bine yaklaşmışken, müslüman nüfusu 200 bine düşmüş durumda ve durum gittikçe daha da kötüleşiyor.

            Kahvaltıdan sonra kendimizi hemen Mescid-i Aksa’ya attık. Her kapıda sonradan çoğunun Yahudi değil Dürzi olduğunu öğrendiğimiz otomatik silah ve modern techizatlarla donatılmış İsrail askerleri var. Acaba izin vermezler mi diye tedirginiz ancak onlarda tedirgin. Türki! Türki! derken yüzlerine yansıyor gerginlik.  Niye geldiniz! der gibi bakıyorlar, biz ise bir Kudüs’lü gibi umursamadan yürüyüp geçiyoruz kapıyı.  Önce Osmanlı’nın yaptırdığı sebil karşılıyor bizi, her zaman her yerde olduğu gibi, çünkü Osmanlı bir su medeniyetiydi aslında. Abdest aldık, geçmiş zamanlarda kimlerin burada abdest aldığını şöyle bir düşünerek, sonra muhteşem görüntüsü ile Kubbetü’s-sahre karşıladı bizi. Peygamberimizin miraca yükseldiği o mübarek yer. Uhud dağı gibi parça parça küçülmüş ve bu yüzden üzeri örtülerek muhafaza edilmek istenmiş, hani tam altında peygamberimizle Ulü’l-azm peygamberlerin sohbet ettiği, Hz. İbrahim adına atfedilen dünyanın en eski mihrabının bulunduğu ruhlar mağarasını bağrında taşıyan o Kaya (Hacer-i Muallak). İsra… Kudüs… Miraç… Hüzün yılında İsra ile Mekke’den Kudüs’e, Miraç ile Kudüs’ten Allah’a… Ne mübarek bir yolculuk. Ve tabi ki hemen yanında peygamberinizin 124 bin peygambere namaz kıldırdığı makam. Rabbim! burada iki rekat bir namaz kılsam, umut buya, peygamber efendimizin Livaü’l Hamd sancağı altında haşrolur muyum acaba?... Ve korku, iki rekat değil bin rekatta kılsam bu mekanda, Kudüs affeder mi beni, Mescid-i  Aksa razı olur mu benden?

            Sonra Kubbetü’s-sahre’den çıkıp kıbleye doğru yürüyoruz, karşımızda muhteşem Kıble Mescidi. Nurettin Zengin’in yaptırdığı 12 bin parçadan oluşan çivi ve tutkal kullanmadan yapılmış minberlerden biri burada. Nurettin Zengi oğullarının nezaretinde üç tane yaptırmış bu minberlerden. Ölmeden önce Selahaddin Eyyübi’yi çağırmış ve vasiyet etmiş. Ben Kudüs’ü fethetmeden ölürsem bu minberlerden birini Mescid-i Aksa’da Kıble Cami’sine, birini de El Halil’de Harem-i İbrahim Cami’sine koyarsın. Hedefinden o kadar emin ki yapımı yıllarca süren bu minberlerin fethedilecek mübarek topraklarda nereye konulacağını bile vasiyet ediyor. Allah’a ona ve vasiyeti yerine getirene rahmet etsin. Ve Avusturyalı bir yahudi tarafından Kıble Camii yakıldığında, yanıyor bu minber. Vasiyeti yeniden yerine getirmek ise bize düşüyor, Elhamdülillah. Türkiye TİKA eliyle yeniden yaptırıyor bu minberi.

            Sonra hemen Kıble camiinin yanından aşağıya caminin altındaki tünellere iniyoruz. Yer altında taşla örülmüş uzun koridorlardan geçip geniş, ferah ve teskin edici bir mekana ulaşıyoruz. Mervan Mescid’i karşılıyor bizi. Mescidi yapandan çok “1948 İslami Hareket” inin, araç kullanmalarına izin vermeyen İsrail askerine rağmen, bütün hukuki engelleri aşıp, bir insan zinciri oluşturarak aylar içinde uzun yıllar ahır olarak kullanılmış bu mescidi temizlemesi ve ibadete yeniden açması etkiliyor beni. Üç dört kilometre insan zinciri ile bir kaç yılda temizlenen Mervan Mescid’inde gönül rahatlığı ile secdeye varıyorum, Şeyh Raid Salah’a selam ve dua ederek...

            Nihayet vakit Cuma vaktidir, Mescid-i Aksa’da Cuma vakti bir başkadır. Akın akın Kudüslüler, Filistinliler, Müslümanlar geliyor. Kudüs’ün 7, Mescid-i Aksa’nın 10 kapısından. Hangi kapı açıksa oradan, hangisi kapalı ise öbürünü zorlamak üzere, hüzünlü bir o kadar kararlı adamlar ve adımlar. Yüreklerinin aynı sevda ile attığı yüzlerinden okunan binlerce Müslüman... İsrailden izin alarak mescide girmek ne kadar acı olsa da, tek bir Müslüman görmeye bile tahammül edemeyenler, Mescid-i Aksa’ya yönelen bu insan seli karşısında çaresiz kalıyor. Biliyorlar ki bir kapıyı kapatsalar öbüründen girecek bu insanlar, hepsini kapatsalar da kimse yerinden kıpırdamayacak, Mescid-i Aksa kapılarında, Kadim Kudüs’ün dar sokaklarda bir sel gibi kıyama duracak. İsrail Mescid-i Aksa'yı ziyarete gelenleri yıldırmak, bıktırmak, usandırmak, bir daha gelmemesini sağlamak için akla hayale gelmedik zorluklar çıkarıyor. Filistinliler Mescid-i Aksa için öldürülmekten yılmadılar, Mescid-i Aksa’ya ulaşmaktan mı yorulacaklar, çıkarılan zorluklardan mı yılacaklar?  Tüm zorluklara rağmen her yerden Müslümanlar ısrarla Mescid-i Aksa'yı ziyaret etmek ona sahip çıkmak için bir sürü kontrol noktasından geçerek, zulümleri zorlukları aşarak, utanç duvarlarını dolanarak azimle akıyor Mescidi Aksa’ya.

            Tek yürek hutbeyi dinliyoruz. Arapça hutbeyi anlamasak ta Kudüs’den, Mescid-i Aksa’dan, hüzün günlerinden, İsrailin zülmünden, ümmetin dirilişinden ve geri dönüşünden bahsettiğini kalben biliyorum. Bir şiir gibi dinliyoruz bütün bir hutbeyi. Koca kıble mescidinde çocuk sesleri dışında çıt bile yok. İnsanlar öksürmüyor bile. Anlıyorum ki Cuma namazı burada ümmetin ispat-ı vücut vesilesi haline gelmiştir. Biz varız, buradayız, Ey Beytülmakdis seni bırakmadık bırakmayacağız…

(DEVAMI VAR)