Herkesin kaderi farklıdır. Herkes kendisi için tayin edilen kaderi yaşar. Kiminin kaderi kederi olur; kiminin de kederi kaderi olur. Kader de nedir bilmem, keder de nedir bilmem! Ben yaşadıklarımı bilirim. Tüm bilgim, görgüm, dünyam yaşadıklarımdan ibarettir.

            İçim karanlık bir dehliz gibi. O dehlizin içinde kendimi aradığım, yaşadıklarımı sorguladığım çok olmuştur. Böylece aylar, mevsimler, yıllar gelip geçmiş; saçlarıma aklar, alnıma çizgiler, gönlüme ahlar düşmüştür!

            Şimdi ömrün hazan mevsimindeyim. Yanık türkülerin, acıklı şarkıların, kanayan hayal kırıklıklarının tam ortasındayım. Önümde bir pencere, aralanan pervazlar ve uzaklara dalıp giden muhayyilem!

            Ah çocukluğum!

            Ah çocukluğumun soğuk geceleri, sefalet akşamları!

            Beni bugünlere sürükleyip getiren fırtınalı yıllarım!

            Hayatım, kaderim, kederim ve kanayan, kanadıkça unutmadığım, unutamadığım deli dolu yıllarım!

            Ağustos’un başı ya da sonu olmalıydı. Ortası da olabilir! Ha ortası, ha başı, ha sonu ne fark eder? Ağustos’tu işte.

            Sıcak yaz mevsimiydi. Yeşilliğin yavaş yavaş sarıya döndüğü, renklerin solduğu, sıcak sarının dağları, taşları, tepeleri, kuşları, ağaçları, yaprakları kavurduğu, yaktığı günler!

            Kardeşim Übeydullah ile gün boyu hatta bazen de geceleri duldalıklarda, taş-ağaç kovuklarında aç bi-ilaç sabahladığımız zamanlar.

            Evimizin hemen karşısında, gür meşe ve kavak ağaçlarıyla adeta yalancı bir cenneti andıran Çala Qelmiyer’de kâh hayvan güttüğümüz, kâh ot biçtiğimiz, kâh yaprak kestiğimiz günlerden bir gün!

            Bizim hikâyemiz orada başladı. Biz oranın çocuğuyuz, oradan açıldık dünya denilen hayal denizine. Orada büyüdük, serpildik, dertlendik, kederlendik ama hiç durulmadık! İki yaralı yürek, iki çaresiz çocuk, iki gözü yaşlı kardeş: Ben ve Übeydullah!

            Ne sabahımız vardı, ne akşamımız; ne yazımız vardı, ne kışımız; ne yabaniydik, ne yahşi… Dostumuz kuşlar, ağaçlar, dereler, tepeler ve bir de dertleştiğimiz börtü böcek!

            Annem ayrı bir dünya! Çilesi başından aşkın bir kadın! Var ile yok arasında bir hayalet, bir peri masalı, bir dağ çiçeği; rüzgâr vızıltısı, yaprak hışırtısı, su sesi… O kadar!

            Ama bizim annemizdi. Elleri kısaydı, sesi kısıktı fakat yüreği büyüktü annemizin, sadece büyüktü. Doruklarda bir kartal gibiydi, gölgesi üzerimizdeydi, hissediyorduk ama dokunamıyorduk o kadar!

            Ah anneciğim! Dertler kadını! Bestelenmemiş bir şarkı güftesi gibiydi! Aşka, sevgiye, merhamete, şefkate aç bir kadın olarak göçüp gitti bu dünyadan!

            Zavallı anneciğim! Okunmamış bir mektup sayfasıydı kalbi. Kalbi, kalbimi de aldı götürdü. Sensiz ben de varım ama yokum! Varlığın içinde simsiyah bir nokta gibiyim! O kadar.

            Vakit akşamdı. Güneş küçük bir ibrik kadar her zaman ki yerinde, uzaklarda göz kırpıyordu gözlerime. Kıpkızıl bir ufukta ve hızlıca köyü saran bir akşama dönmekte zaman!

            Etrafını envai meyve ağaçlarının çevrelediği patika yollardan, açlıktan gözleri kararmış ve yorgun düşmüş saka kuşları gibi eve doğru sürükleniyorduk kardeşim Übeydullah ile birlikte. Midemiz boş ve çok takatsizdik. Zor yürüyen Übeydullah’ın avuçları avucumda “Çok açım abi!” diyor cılız bir sesle.

            Her tarafından dökülen topraklı evin kapısından içeri giriyoruz. Keşke girmez olaydık. Açlıktan gözlerimiz karardığı gibi bizleri dövmek için de karşımızda gözleri kararmış bir adamla göz göze geldik salonun tam ortasında. Elinde o her zamanki sopası. İşte o adam benim babamdı, nam-ı meşhur Hacı Kasım, hatta Mela Kasım. Hocalığı da vardı çünkü.

            En son hatırladığım yana düşmüş takkesiyle kapıdan çıkıp gitmesi oluyor. Tıpkı zafer kazanmış bir kumandan edasıyla! Hey babacığım hey! Seviniyorum çünkü hem dayaktan kurtuluyoruz, hem de Übeydullah’ın “Baba bizi dövme artık!” feryatları kesiliyor.

            Hayat bizim için böyleydi. Karnımızı doyurmak için geldiğimiz evde karşılaştığımız muamele buydu! Bu babamın zevkiydi! Evladını dövmek hangi babaya zevk verir bilmem ama benim babam bizi dövünce zevkten dört köşe olurdu. Hani herkesin bir hobisi var ya galiba babamın hobisi de buydu: Bizi dövmek! Suçumuzun olması ya da olmaması mevzubahis bile olmazdı. Karşılaştığımız her vakit eşek sudan gelinceye kadar dayak yerdik!

            “Olsun babamızdır sever de, döver de” diyorduk ama dayakların bir türlü sonu gelmiyordu. Ah bir de yemek olsa, şöyle güzelcene karnımızı doyursak, sonra dayak yeseydik! En büyük çilemiz buydu işte! Aç kalmak, açlıkla imtihan edilmek! Taş gibi sertleşmiş ekmek parçalarını suya bandırarak yediğimiz şanslı zamanlarımızı saymazsak günlerce aç kaldığımızı hatırlıyorum! Neyse geçelim bu faslı!

            Dayak yediğimiz o geceyi ahırın damında kalbimizde açılan yaralara gözyaşlarımızı merhem yaparak, bir de yıldızları seyrederek geçirdik. Gün ağarmak üzereyken az biraz kestirdik. Yanan canımızın acısı uykuyu bastırıyordu çünkü. Babam mutadı üzere Cuma’ya gidecekti bugün. Cumalarını hiç kaçırmazdı babam. İbadet ve zühd ehli olarak bilinirdi. Bizi dövmeyi ihmal etmediği gibi, ibadetlerini de hiç ihmal etmezdi, hakkını yemeyelim!

            Übeydullah ile yıldızları seyrederken gözlerimizin önünden birçok görüntü geldi geçti. Bir tanesi kaldı: Evden kaçmak! Babam Cuma’ya gitmişken buralardan toz olup gitmek, uzaklara, çok uzaklara gitmek! Artık neresi olursa olsun! Zihnimizde yıldırım hızıyla çakan bu fikre ikimizde hazırlıksız yakalandık ama çabuk teslim olduk. Ne yapalım, ne edelim derken birden bire kendimizi yolda bulduk. Menzilimiz, bir an önce Murat Nehri’nin kıyısında bulunan tren istasyonuna varmak!

            Güneşin tam tepede seğirttiği bir zaman diliminde Murat Nehri’nin kıyısına, istasyona ulaştık. Ayaklarımız suya değer değmez içimize tatlı bir serinlik çöktü.

            Hava sıcak ve güneşliydi. Yorgunduk, açtık, biraz da heyecanlıydık. Evden kaçan çocuklardık artık. Nereye gideceğimiz belliydi ama bizi nelerin beklediği ya da nelerle karşılaşacağımız meçhuldü. Gidiyorduk işte. Cebimizde beş kuruş paramız yoktu. Ama asla geri dönmeyi düşünmüyorduk! Felek toplansa gelse de ardımızdan, kararımız kesindi

             Nehrin suyuyla elimizi, yüzümüzü yıkadık. Çok güzel rengârenk taşlar vardı suyun dibinde. Bir çocuk gibi suya dalmak, yüzmek istiyorduk ama zamanı değildi.

            Açlık, yorgunluk ve parasızlık tüm sevincimizi siyaha boyamıştı sanki! Vardık ama yoktuk! Ah açlık, ah sefalet, ah çaresizlik! Her yerde nasıl da gelip bizi buluyordu!

            Saat kaçtı bilmiyorum ama nihayetinde beklediğimiz tren geldi ve bindik! Boş bulduğumuz bir odaya geçip oturduk. Az sonra başında şapkası olan bir adam geldi. Bir şeyler sordu. Evet, olan olmuştu işte ve bindiğimiz gibi kendimizi aşağıda bulduk! Çünkü biletsizdik!

            Tren gözden kaybolana kadar arkasından baka kaldık! Raylar sanki içimizden geçiyordu, tren sanki bizi eze eze ilerliyordu. Ne yapacağımızı bilememenin hüznüyle tekrar nehrin kıyısına indik. Çok açtık! Orada balık tutan bir delikanlıya rastladık. Durumumuzu dinledikten sonra karnımızı doyurmak için bizi evlerine götürmeye karar verdi.

            Babası iki evliymiş. Sürekli yaşanan kavgalardan dolayı birer kilometre arayla yapılan evlerde oturuyorlarmış. Birinde kendileri, öbüründe üvey anneleri kalıyormuş. Kendilerine en yakın evin üvey annelerinin evi olduğu için bizi oraya götürdü. Evde babası ile sacda bazlama pişiren küçük kız kardeşi vardı. Aç olduğumuzu duyan babaları bizi saçın kenarına oturttu. Bir küp ayran koydu önümüze. Sıcacık sac ekmeğiyle ayran bir başkaydı. Karnımızı doyurduktan sonra teşekkür bile etmeyi akl etmeden istasyona döndük.

            İstasyonda kalabalık bir düğün alayı vardı. Biz de aralarına karıştık. Kimse bizi tanımıyordu. Düğün akşamın geç saatlerine kadar devam etti. Güneş battıktan sonra herkes dağıldı. Übeydullah ile ben bir köşeye sıvışıp oturduk. Karşımızda bahçeli bir ev vardı. Evin penceresinden bize bakan bir çift göz gördük. Meğerse damadın eviymiş. Bize bakan da damadın kendisi. Bizi eve çağırdı. Durumumuzu tüm detaylarıyla sordu. Anlık bir refleks sonucu nedense parasız olduğumuzu söylemedik. Onun yerine Malatya’ya gideceğimizi, ancak paramızı kaybettiğimizden trenden atıldığımızı söyledik. Parasız trene binenlere “kaçak” deniliyormuş. Kaçak kelimesi bize biraz ağır mı geliyordu bilmiyorum ama “kaçak” olduğumuzu nedense telaffuz etmek istemedik.

            Sağ olsun bizi evine aldı, yedirdi, içirdi, çok mutlu olduk. Evin arkasındaki tümseğe serdiği şiltede yattık. Dün geceki gibi tekrar yıldızları seyretmek düşmüştü nasibimize! Biz yıldızları seyrederken damat geldi. Şurdan burdan epey konuştuktan sonra başımızı battaniyenin altına koymamızı, yoksa sivrisineklerin bizi yiyebileceklerini söyledikten sonra gitti.

            Uzun bir gece oldu bizim için ama çok şükür yorgun olduğumuzdan güzel bir uyku çektik. Sabah şimdilik menüyü anımsamayacağım güzel bir kahvaltı yaptı. Kahvaltıdan sonra tekrar durağa gitmemizi ve oradakilerden bilet için yardım talep etmemiz gerektiğini söyledi. Ama bunu beceremeyeceğimizi söyledik. Yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı. “Sizi gidi başımın tatlı belaları, sizi!” dedi. Birlikte istasyona gittik.

            Orada bulunanlardan bilet alabilecek kadar bizim için para topladı. Çok memnun kaldık, çok teşekkür ettik. İçimizde birikmiş öfke, sıkıntı yavaş yavaş yerini tatlı bir ferahlığa bıraktı. Dağlar yeşile, nehirler maviye boyandı birden bire gözümüzde. Güneş tatlı bir buse gibi yanaklarımızda arzı endam etmeye başladı. Şen şakrak bir kelebek gibi hissediyorduk kendimizi. Papatyadan papatyaya konuyorduk kırlarda. Sular çağıldıyordu; tepelerden, ovalardan gürül gürül sesler geliyordu; insanın içini ısıtan, taze ekmek kokusunu andıran! Zincirlerinden kurtulmuş bir kürek mahkûmu gibi hissediyorduk kendimizi. Çoook ama çok mutluyduk!

            Saatler, dakikalar hızlı aktı. Nihayetinde trendeydik işte. Dağlar, şehirler, kasabalar, köyler bir bir ardımızda kalıyordu. Kurtuluş şehrimiz Malatya’ya vardık.

            Büyük binalar, arabalar, yollar, devasa bir kalabalık karşıladı bizi! Şehir buydu işte! Değişik bir şey! İlk defa görüyorduk. Her şey çok değişikti, çok karışıktı, çok karmaşıktı. Ürkek ceylanlar gibi o devasa kalabalığa karıştık! Bu kalabalıkta artık biz de vardık, vardık ama bir nokta gibiydik, zerrenin zerresi bir nokta!

            Merhaba ey şehir, ey köşe bucak şiir kokan Malatya!

            Merhaba!

            …

ABDULBARİ KARABEYESER