Cumhuriyetimizin kuruluşunun 98’inci yılını coşkulu törenlerle kutlarken, birkaç gündür Büyük Tarihçi İlber Ortaylı’nın “Gazi Mustafa Kemal” adlı 476 sayfalık kitabını okuyorum. 
    Atatürk’ün büyüklüğünü okudukça çok daha iyi anlıyorum. 
Türk Milleti’nin kurtarılmasında liderlik yapan Mustafa Kemal Atatürk için, Kırşehirli ünlü politikacı Osman Bölükbaşı “Atatürk Allah’ın bir lütfudur” derdi. 
    Her milletin hayatında o millete önderlik yapan insanlar olduğunu görüyoruz.
    Bu insanların milletleri için değeri büyüktür.
    Milletler kendilerine önderlik edenleri tanıdıkları oranda geleceğe ümitle bakarlar.
Türk Milleti de tarih boyunca birçok büyük önder tanımıştır.
Hatta Türk tarihini incelediğimizde bu anlamda liderler geçidi demek mümkündür.
Bir millete liderlik yapmış insanların hayatını bilmek, o milletin tarihini bilmek anlamına gelir. 
Tarih ise geçmişin aynasıdır ve geleceğe yol gösteren bir ışıktır.
“Geçmiş, geleceğin aynasıdır” vecizesi bu gerçeği dile getirmek için söylenmiş olmalıdır.
Batılıların “hasta adam” dediği bir zamanda Atatürk’ün de Türk Milletinin içinden çıkarak Kurtuluş Savaşı’na önderlik yaptığını görüyoruz. 
Atatürk’ün hayatını bilmek, Türk Milleti’nin yaşadığı zorlukları ve bu zorluklar içerisinden çıkarak verilen kurtuluş mücadelesini hakkıyla anlamak anlamına gelmez mi?
Atatürk her zaman etrafına moral dağıtan, karamsarlıktan uzaklaştıran, en zor şartlarda dahi halkını sıkıntılarından kurtaracak çözümleri bulan bir lider olarak tarihe geçmiştir.
Bu başarının temel sebebi Atatürk’ün halka yakın olması, daha doğrusu halkla bir bütün olmasıdır.
Atatürk’ün yakınlarından olan pek çok değerli insanların olduğunu biliyoruz. Bunlardan birisi de Başyaveri Salih Bozok’tur. 
Salih Bozok, Ulu Önderimiz Atatürk’ün son nefesine kadar yanından, yanı başından ayrılmamıştır. Atatürk’ün her şeyini bilen insandır. 
Başyaver Salih Bozok, Atatürk’le ilgili yaşadığı, tanık olduğu bir olayı şöyle anlatıyor:
“Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de ilk geceyi yaşıyordu. Mustafa Kemal Paşa İzmir’de ilk gecesini çalışarak geçirdi. Zengin bir sofra hazırlandığı halde ufak tefekle karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik. Vali, İngiliz konsolosu ile konuşuyordu. 
Biz gelince vali ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı.
Konsolos iyi Türkçe biliyordu. Paşa valiye sordu:
- “Konu nedir ?”
“Vali anlattı:
- “Sayın konsolos, İngiliz tebaası vatandaşlarla Rum ve ermeni azınlığın güven altında olmadığından endişeleniyorlar.
Ben kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim”.
Mustafa Kemal Paşa konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu, buna rağmen kendisine valiyi muhatap aldı:
- “Ee, peki daha ne istiyor mu?”
Bu soruya konsolos Türkçe cevap verdi:
- “Tebaamız için hükümetinizden yazılı teminat istiyorum !”
Paşa:
- “Ne yani, Yunanlılar zamanında tebaanızı daha emniyette mi görüyordunuz ?”
Konsolos, kasılarak:
- “Evet” dedi, Yunanlılar buradayken tebaamızı daha emniyette görüyorduk.”
Paşa:
- “Öyleyse buyurun, tebaanızla birlikte Yunanistan’a gidin, efendim!”
Konsolos sinirlenerek sesini yükseltti:
- “Yani majestelerinin hükümetine savaş mı açıyorsunuz ?”
Paşa:
- “Siz kiminle neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz?
- Ben Millet Meclisinin başkanı ve Türk orduları başkomutanıyım.
- Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim.
- Peki siz kimsiniz?
- Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz?
- Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı göstererek) buyurunuz dışarıya, efendim!..”
Konsolos, Mustafa Kemal Paşa’nın son sözleri üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti.
Mustafa Kemal Paşa, adamın arkasından valiye döndü:
- “Bunlara yüz vermeyin vali bey! Bir donanma önünde pusacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi! Küstahlık derecesine bakın, bana ‘savaş mı açıyorsunuz ?’ diye soruyor. Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak!.. Savaş halinde değiliz sanki!”
Birkaç saat sonra, İngiliz donanması komutanı hükümet konağının kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı.
Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.
Amiral:
- “Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istiyorum!..”
- Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.
Amiral:
- “Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızı rastlantıya borçlu olmadığınız kanıtlandı böylece. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum.” diyerek övgüler yağdırmaya başladı.
Paşa, bıkkın bir ifadeyle:
- “Bunları geçin amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya gelin” dedi...
Amiral bu tavır karşısında bocalayarak konuya girdi:
- “İzmir’de tebaamız ve sizin azınlıklarınız Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir, güvende midirler?..”
Paşa:
- “Hiç kuşkunuz olmasın amiral. Tebaanız ve azınlıklar hükümetimizin koruması altındadır.
- Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler”
Amiral:
“Peki suç işleyenler ?”
Paşa:
- “Suç işleyenler sayın amiral, muhtemelen sizin ülkenizde de olduğu gibi, adaletin huzuruna çıkar. Suçlu olanlar, cezalarını çekerler.”
Amiral:
- “Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüz yüzedirler. Ermenilerin biliyorsunuz büyük bir bölümü göçe zorlandı. Önemli bir bölümü göç esnasında hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır, bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!..”
Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemal Paşa, “dünyanın koparacağı gürültü” ile tehdit edilince amiralin sözünü kesip:
- “Üstünlük pozunuzu derhal bir kenara koyunuz amiral!
- Milletleri tehdit etmekten de vazgeçiniz.
- İngiltere ve müttefiklerinin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile!
- Bunlar memleketin dâhili işleridir ve de sizin bu işlere karışmanıza müsaade etmem.
- Majestelerinin devleti bizim azınlıklarla uğraşmaktan vazgeçsin.
- Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olamaz”
Amiralin yüzü bembeyaz oldu:
- “İngiliz hükümetinin tebaasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik.
Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz…”
Paşa:
- “Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız.
- Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum.
- İsterseniz tebaanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum !”
Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı:
“İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?”
Paşa:
- “Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşmasının halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz?
- Biz onu çoktan yırtıp attık bile. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz!
- Fakat nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade etmem.
- Şu anda hukuken “barış antlaşması yapmamış” iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir.
- Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum!..”
Bir balmumu heykeline dönen amiral,
Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek:
- “Affedersiniz!” dedi, yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıktı.
Olay kısa süre içinde şehirde duyuldu…
İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler…”