Mev­sim­le­ri, çi­çek­le­ri, kuş­la­rı, in­san­la­rı, dağ­la­rı, yol­la­rı, tür­kü­le­ri, ke­di­le­ri, ki­tap­la­rı se­vi­yo­rum. Daha doğ­ru­su “sev­gi­yi” se­vi­yo­rum. Sev­gi­siz, aşk­sız bir ha­ya­tı, bir dün­ya­yı dü­şü­ne­mi­yo­rum, haz­me­de­mi­yo­rum.

Bizim kül­tü­rü­müz­de sevgi yan­sı­ma­la­rı çok ol­mak­la be­ra­ber iki türlü sev­gi­den söz edi­lir. İlahi ve be­şe­ri sevgi! İlahi sev­gi­nin be­şe­ri sev­gi­ye yan­sı­ma­sı üze­ri­ne biraz has­bı­hal ede­lim is­te­rim, kendi li­sa­nım­ca.

Sözü do­lan­dır­ma­dan söy­le­ye­ce­ğim. Be­şe­ri sev­gi­nin çiçek aç­tı­ğı, to­mur­cuk­lan­dı­ğı memba ka­dın­dır. Kadın be­şe­ri sev­gi­nin öz­ne­si­dir fakat onun­la sı­nır­lı de­ğil­dir. Allah, ka­dı­nı er­ke­ğin ruhu, sü­kû­net, huzur ve mut­lu­luk bul­sun diye ya­rat­tı. Havva’nın adı­nın bir an­la­mı­nın da “genç ve güzel kadın” ol­du­ğu­nu söy­ler kay­nak­lar. Kay­nak­lar aynı za­man­da ka­dı­nın “yu­va­yı yapan dişi kuş” ol­du­ğu­nu da söy­ler. Er­ke­ği ona­ran, gü­zel­leş­ti­ren, top­la­yan, to­par­la­yan, ta­mam­la­yan, ta­nım­la­yan var­lık. Allah’ın nu­run­dan, cemal sı­fa­tın­dan ya­ra­tıl­ma­sı, hik­met ve nü­büv­vet pı­na­rın­dan bes­len­me­si, kal­biy­le ve fi­zi­ğiy­le aşka mih­man­dar­lık yap­ma­sı onun zahir ay­na­sın­da­ki ulvî ve hi­ke­mi es­te­ti­ği­ne işa­ret­tir. Somut ola­rak ifade edecek olur­sak İçinde ka­dı­nın ol­ma­dı­ğı hayat, pen­ce­re­siz eve ben­zer.

Kadın, ilahi sev­gi­nin ta­şı­yı­cı­sı­dır; bir sır­dır, nes­lin lo­ko­mo­tif gü­cü­dür. Allah’ın dün­ya­mı­za yan­sı­yan şef­kat ve mer­ha­met ışı­ğı­nın fa­nu­su­dur. Onu göz ardı eden, dik­ka­te al­ma­yan, sev­me­yen ışık­sız kalır, hu­zu­run ve mut­lu­lu­ğun di­len­ci­si olur. Resul, “Dün­ya­nız­dan üç şey bana sev­di­ril­di” bu­yu­rur: “Kadın, güzel koku, namaz.” Ka­dı­nı en başa koy­ma­sı te­sa­düf de­ğil­dir, te­sa­düf ola­maz. Re­su­lün ha­ya­tın­da, be­ya­nat­la­rın­da te­sa­dü­fe yer yok­tur. Onu ko­nuş­tu­ran Allah’tır. O, Allah’ın yer­yü­zü­ne tu­tu­lan mik­ro­fo­nu­dur. Gö­rün­tü­de Resul var ama ko­nu­şan Allah’tır. Bu in­ce­li­ği id­rak­ten yok­sun­lar Resul hak­kın­da ile­ri-ge­ri ko­nu­şan pa­ta­vat­sız­lar­dır. İleri geri ko­nu­şan­lar sev­gi­den mah­rum olan­lar­dır, sev­gi­den yana na­sip­le­ri ol­ma­yan­lar­dır. Sev­gi­yi ta­da­ma­mış olan­la­rın dili; yavan, eksik, tır­ma­la­yı­cı, itici, sı­kı­cı ve dış­la­yı­cı­dır. “Sevin ama yeter ki bir odun par­ça­sı­nı sevin!” der yolun bü­yük­le­ri arif­ler. Sevgi önem­li­dir, mi­henk ta­şı­dır.

“Sev­gi­nin ol­ma­dı­ğı yerde aklı arama” der Dos­to­yevs­ki. Sevgi, akıl­lı ki­şi­nin işi­dir. Sev­gi­siz gö­nül­ler çorak top­rak gi­bi­dir. Allah’a du­yu­lan aşk ve sev­gi­nin idman sa­ha­sı­dır kadın, me­ca­zi aşkın pa­za­rı­dır. Bu pa­za­rı ge­çe­me­yen­ler, ilahi aşkın ko­ku­su­nu ala­maz­lar. Hz. Mev­la­na, “Aşk­sız baş kuy­ruk­tan ge­ri­de­dir” der. Bu pa­za­rı ge­çe­me­yen­ler, zahir ay­na­sın­da­ki ziy­net­le­re, ka­dı­nın fi­zi­ği­ne ta­kı­lıp ka­lan­lar hep ge­ri­de ka­lan­lar­dır, hep ge­ri­de ka­la­cak­lar­dır. “Sev­da­nız kadar var­sı­nız” diyen hür­met­li-mu­hab­bet­li zata selam olsun. Ka­nat­la­rı aşka değ­miş ne hür­met­li zat­lar gel­miş geç­miş şu dün­ya­mız­dan. On­lar­dan biri, Eş­re­foğ­lu Rûmi sözü daha da ile­ri­ye ta­şı­ya­rak akıl­la­rı küle çe­vi­ren şu ve­ci­ze­yi fı­sıl­da­mış ku­lak­la­rı­mı­za: “Aşk ile geçen bir anımı, aşk­sı­zın bin yı­lı­na de­ğiş­mem.” Aklın an­la­mak­ta zor­luk çek­ti­ği bu söze şu dip­no­tu dü­şe­lim mü­sa­ade­niz­le: “Size bin tane ya da yüz bin tane çakıl taşı ver­se­ler eli­niz­de­ki bir inci ta­ne­siy­le de­ği­şir mi­si­niz?”

“Ben gel­me­dim dava için, benim işim sevgi için” der Yunus. Bu işin sırrı sev­gi­de sak­lı­dır. “Sev­da­nız kadar var­sı­nız” diyen hür­met­li zat ile Haz­re­ti Yunus’un söy­le­mi ara­sın­da bir fark yok­tur. Ne­re­den yola çı­kar­sa­nız çıkın va­ra­ca­ğı­nız men­zil ay­nı­dır. Sevgi, sevgi, sevgi! “İman et­me­dik­çe cen­ne­te gi­re­mez­si­niz, bir­bi­ri­ni­zi sev­me­dik­çe de iman etmiş ol­maz­sı­nız.” Bu kadar net ve do­lay­sız.

Sev­gi­siz kaldı dün­ya­mız. So­kak­la­rı­mız sev­gi­siz, ev­le­ri­miz sev­gi­siz, ka­dın­la­rı­mız sev­gi­siz, er­kek­le­ri­miz sev­gi­siz, mev­sim­le­ri­miz sev­gi­siz... Kı­sa­ca­sı ha­ya­tı­mız sev­gi­siz. Oy­sa­ki ha­ya­tı, iliş­ki­le­ri, an­lam­lan­dı­ran, gü­zel­leş­ti­ren sev­gi­dir. Sev­gi­siz insan mey­ve­siz, yap­rak­sız ağaca ben­zer. Sev­mek­ten kork­ma­ya­lım, se­ven­le­ri kı­na­ma­ya­lım, sev­gi­yi şeh­vet­le, tut­ku­lar­la ka­rış­tır­ma­ya­lım “Sevgi ha­ya­tın özü­dür.” Böyle der Hasan Ha­ra­ka­ni Haz­ret­le­ri­nin çağ­da­şı büyük mü­el­lif, mu­ta­sav­vıf ve arif Ab­dül­ke­rim Ku­şey­rî.

Geri dün­ya­mı­za rücû ede­lim. Se­vi­lecek bir mev­si­min eşi­ğin­de­yiz me­se­la. “Ay­va­nın sarı, narın kır­mı­zı ol­du­ğu mev­sim: Son­ba­har! Son­ba­har­dan baş­la­ya­lım sev­me­ye ha­ya­tı. Dört mev­sim­den iba­ret­tir bizi dul­da­sı­na alan hayat. Biz de, mev­sim­le­rin için­de en çok Son­ba­har’a ben­zi­yo­ruz. Hü­zün­lü­yüz hep, ay­rı­lık­lar­da­yız... Son­ba­ha­rın tüm olum­suz çağ­rı­şım­la­rı­nı üze­ri­miz­de ta­şı­yo­ruz. Mor, kır­mı­zı, sa­rı­çi­çek­le­ri ezip ge­çi­yo­ruz so­kak­lar­da bir­bi­ri­mi­zi ezip geç­ti­ği­miz gibi. Soğuk yan­la­rı­mız gi­de­rek ar­tı­yor, sı­cak­lı­ğı­mız aza­lı­yor gün­den güne çünkü ahir zaman mü­da­vim­le­ri­yiz. Bam­baş­ka rü­ya­la­ra da­lı­yo­ruz! Uya­na­ca­ğı­mız rüya sevgi mev­si­mi olsun. Sevgi ren­gi­ne, sevgi güf­te­si­ne, sevgi bes­te­si­ne, sevgi di­li­ne, sevgi ik­li­mi­ne uya­na­lım. Sevgi gü­zel­dir; sev­gi­den kork­ma­ya­lım, se­ven­le­ri ko­ru­ya­lım, sa­hip­le­ne­lim, hür­met­li­le­ri­miz­den sa­ya­lım çünkü sevgi ha­ya­tın özü ve öze­ti­dir. Ora­dan gelir her ne ge­le­cek­se bize.

Söz fazla uza­ma­sın. Size bir tüyo ve­re­yim mi? Ku­sur­la­rı, ek­sik­lik­le­ri değil de, gü­zel­lik­le­ri, iyi­lik­le­ri gö­rü­yor­sak sev­gi­nin sa­ba­hı­na uyan­mı­şız de­mek­tir. Sev­gi­nin se­si­ne, sev­gi­nin di­li­ne, sev­gi­nin ken­di­si­ne uyan­mı­şız de­mek­tir. O ik­li­me uya­na­nın di­lin­de, sö­zün­de, gö­zün­de, gön­lün­de ek­sik­lik, kusur kalır mı? Sev­gi­nin ik­li­mi­ne, sev­gi­nin se­si­ne bir an önce uyan­ma­mız lazım.

Ek­sik­lik gören, kusur pe­şin­de koşan es­ki­le­rin ta­bi­riy­le ham yobaz kaba sof­ta­dır. Sev­gi­nin ev­re­ni­ne ula­şan­la­rın ruh ha­li­ni özet­le­yen cümle: “Bak­tı­ğın benim gör­dü­ğüm sen­sin.” Tersi gaf­let ha­li­dir. Pi­ra­mi­din te­pe­sin­de değil, pi­ra­mi­di sırt­la­yan­la­rın ara­sın­da gör­me­li ken­di­si­ni mümin yürek yoksa kusur av­cı­sı ol­mak­tan kur­ta­ra­maz ya­ka­sı­nı. Ku­sur­la­rı gör­mek, ek­sik­lik­le­ri sayıp dök­mek kelâm eh­li­ne de, kalem eh­li­ne de, mü­mi­ne de ya­kış­maz. Biz kendi ku­sur­la­rı­mı­zın, ek­sik­lik­le­ri­mi­zin mü­nek­ki­di ola­lım, baş­ka­la­rı­nın ise mu­sah­hi­hi. Ama ne yazık ki böyle de­ği­liz ve böyle olmak için bir ça­ba­mız ol­ma­dı­ğı gibi, ça­ba­sı olan­la­rın da ya­nın­da değil, kar­şı­sın­da­yız. Aşa­ğı­ya sö­zü­nü ala­ca­ğı­mız La Fon­ta­ine’in de­di­ği gi­bi­yiz biraz ve bu yüz­den­dir ki iki ya­ka­mız bir araya gel­mi­yor. Bu has­ta­lı­ğın pan­ze­hi­ri sev­gi­nin se­si­ne uyan­mak­tan geçer. Sev­gi­nin se­si­ne uya­nır­sak ek­sik­le­ri­mi­zin daha doğ­ru­su ken­di­mi­zin far­kı­na va­rı­rız. Ne de­miş­ti La Fon­ta­ine?

Ken­di­mi­ze her ku­su­ru ba­ğış­lar
Baş­ka­sın­da pi­re­yi deve ya­pa­rız.

Ab­dul­ba­ri Ka­ra­be­ye­ser